Pakistan'ın atom bombasının babası ve dünyanın gelmiş geçmiş en büyük nükleer tüccarı Abdul Kadir Han'ın yanında James Bond çırak kalır Kuzey Kore atom bombalarını büyük ölçüde ona borçlu. İran'ı nükleer güç yapan da o. Tam Libya'yı da kulübe sokuyordu ki bir 'aksilik' tüm planlarını alt-üst etti
Önümüzdeki haftaların birinde portresini çizeceğimiz, romanları insanda Pireneler'e yaslanmış bağların konyağı kadar gizemli tatlar bırakan John Le Carre neden ona el atmadı; hala cevabını bulamadık. Oysa gizli servislerin en yetenekli ajanlarına taş çıkartan maceraları ve on milyonlarca dolarlık servet edinmesini sağlayan entrikalarıyla, kesinlikle bestseller olacak bir roman malzemesi o. Abdul Kadir Han'dan söz ediyoruz. Pakistan'ın nükleer bombasının babası. Dünyanın en büyük nükleer kaçakçısı. İran'a atom bombası sırlarını satan ve şimdi ABD'nin hedefi durumuna getiren tüccar bilim adamı. (Rastlantıya bakın; "Time" dergisi durdu durdu, haftalarca araştırıp yaşam öyküsünü ezberlediğimiz adamı, tam da bu satırları kaleme aldığımız sırada kapak konusu yaptı...) Dominique Lapierre-Larry Collins ikilisinin ("Paris Yanıyor mu", "Yasımı Tutacaksın", "Ey Kudüs" ve son olarak 11 Eylül saldırılarını konu alan "New York Yanıyor mu" belgesel romanlarını yazanlar) insanın soluğunu kesen "Bu Gece Özgürlük" kitabını okuyanlar ya da onun beyaz perdeye uyarlamasını izleyenler hatırlayacak. Aynı şekilde, silahsız direnişin mucidi Mahatma Gandhi'nin hayatını konu alan filmi seyretmiş olanlar da (Richard Attenborough yönetmiş, Gandhi'yi Ben Kingsley oynamıştı. Baş kadın oyuncu da gençliğimde düşlerimin kahramanı ya da ilahesi Candice Bergen'di. Laf aramızda, sonra "On" filmiyle Bo Derek alacaktı onun yerini. Hani, Maurice Ravel'in Bolero'sunun eşliğinde sevişen "femme fatale." Neyse- Deriiiin bir iç çekmeyle ve hüzünlendiren "Galiba yaşlanıyoruz" itirafıyla geçiştirelim. Gandhi filmi, 1983'te 8 dalda Oscar ödülü almıştı.)
ÇOCUK GÖZÜYLE GÖÇ
Hindistan'ın İngiltere'den bağımsızlığını söke söke kopardığı ama din savaşıyla bölündüğü, Muhammed Ali Cinnah liderliğindeki Müslümanlar'ın Pakistan adıyla ayrı devlet kurduğu 1947'nin o kaos günlerinde, Bhopal'de 11 yaşındaki bir çocuk, çevresinde olup biteni dehşetle izliyordu. Hindular'ın katliamından kaçmaya çalışan binlerce Müslüman, can havliyle garı doldurmuştu. Vagonlardan yayılan çürümüş ceset kokusu tüm kente çökmüştü. 5 yıl sonra yollara düşme sırası onlara geldi. Rajastan çölünü kateden trenle Pakistan'a giderken, bir Hintli sınır muhafızı cebindeki dolmakalemi çekip aldı. Birkaç damla gözyaşı süzüldü yanaklarından. O dolmakalem, Hindistan'da kalan ağabeyinin armağanıydı. Pakistan'a varınca, milyonlarca mülteci gibi başlarını sokacak ev derdine düşen Han ailesini rüzgar Karaçi'ye sürükledi. Dış mahallelerden birinde derme çatma bir eve yerleştiler. Abdul Kadir Han, "üstün zekalı" denecek kadar yetenekliydi. 1960'da devlet onu burslu olarak Batı Berlin'e gönderdi. (Gel de yine anma John Le Carre'yi; Han gittiğinde Berlin Duvarı henüz inşa edilmemişti ama kent ajan kaynıyordu. Han nükleer bilgilerini uluslararası pazarda satışa çıkaracağı yıllarda gizliliği koruma önlemlerini tasarlarken, 1960'ların Berlin gözlemleri çok işine yarayacaktı. ) Batı Berlin'den sonraki durağı Hollanda'nın Delft Üniversitesi oldu, ardından da Belçika'daki Louvain Üniversitesi. Sonunda metalurji mühendisi diplomasını cebine koydu. Kusursuz Almanca ve Flamanca da öğrenmişti.
Abdul Kadir Han her şeyini çok basit görünen bir makineye borçlu. Tamburu ses hızıyla dönen 2 metrelik çamaşır makinesi düşünün. İçine uranyum heksaflüorür koyun. Biraz bekleyin. Sonra makinenin üstünde biriken parçacıkları toplayın. Bunu aynı tip binlerce makineyle binlerce kez tekrarlayın. Alın size nükleer bomba yapmaya yeterli miktarda zenginleştirilmiş uranyum
Amsterdam'daki Urenco konsorsiyumunun santrfüj araştırmaları yapan laboratuvarında iş buldu. O günlerde tanıştığı, Hollanda kökenli bir Güney Afrikalı kıza, yani bir "Boers"e vuruldu. Evlendiler. 18 Mayıs 1974'te sadece onun değil tüm Pakistan'ın hayatını değiştirecek haber geldiğinde, Urenco'nun laboratuvarında 2 yılını doldurmuş ve çevresine güven vermişti. O gün Pakistan'ın can ve kan düşmanı Hindistan ilk atom bombası denemesini başarıyla gerçekleştirdiğini dünyaya duyurdu. İslamabad'da kıyamet koptu. Başbakan Zülfikar Ali Butto'nun konuşmasını tüm Pakistanlılar şimdi bile ezbere tekrarlıyorlar: "Gerekirse kuru ot yiyeceğiz, gerekirse ondan bile vazgeçeceğiz ama mutlaka nükleer bombaya kavuşacağız." Butto'nun dramatik konuşması Han'ın yurtseverlik duygularını şaha kaldırdı. Çocukluğunda ailesiyle birlikte Hindistan'dan Pakistan'a göç ederken, bir sınır muhafızının ağabeyinin anısı dolmakaleme el koymasını anımsadı ve hıncı daha da bilendi. Hemen Başbakan'a mektup yazıp yaptığı işi anlattı, "Emrinizdeyim" sözcüğüyle noktayı koydu. Butto'nun cevabı "Acele gel" oldu. Ve Urenco'nun mühendisi birden ortadan kayboldu. Birkaç ay sonra İslamabad'da ortaya çıktığında, koltuğunun altında çalıştığı laboratuvarda geliştirilen santrfüjlerlerin planları vardı. Sonsuz yetki verildi. Sınırsız bütçe de. Hemen -onun adını taşıyan- bir laboratuvar kuruldu: "Khan Research Laboratory." Tek görevi vardı; binlerce ama binlerce santrfüj üretmek. Sonra Han'ın James Bond'a nal toplatacak günleri başladı. Gerekli parçaları nerelerden bulacağını biliyordu. Urenco'ya malzeme veren şirketlerin listesini de çalmıştı. Güvenlik nedeniyle sürekli gözaltında tutulan o şirketlerle temasa geçebilmek için eski iş ve okul arkadaşlarının yardımıyla bir dizi paravan şirket kurdu. Birkaç yıl sonra o arkadaşlarını, İsviçreli Friedrich Tinner'i, Hollandalı Henk Slobos'u, İngiliz Peter Griffin'i paraya boğacaktı. Şirketler ihtiyaç duyulan "hassas" parçaları fiyatına bakmadan topluyordu. Ama almak yetmiyordu, Pakistan'a ulaştırmak da gerekiyordu. Küresel rüşvet ağı oluşturdular: Armatörleri, gümrükçüleri, bürokratları, yollarına taş koyabilecek herkesi satın aldılar. 10 yıl sonra 1984'te ilk uranyum zenginleştirme fabrikasının kurdelasını keserken hayatının en mutlu, en gururlu ve de en onurlu gününü yaşıyordu. Pakistan'ın Muhammet Ali Cinnah'tan sonra en büyük kahramanı olmuştu. Sadece okullara, caddelere değil, futbol kulüplerine bile adı veriliyordu. Tüm kentleri dev posterleri süslüyor, evlere, işyerlerine, devlet dairelerine, hatta otomobillere fotoğrafları asılıyordu. O günleri müthiş bir keyifle şöyle özetleyecekti: "Batı'nın süper güçleri, Pakistan gibi yoksul ve geri bir ülkenin, uranyum zenginleştirme tekellerini delik deşik edeceğini akıllarından geçiremezlerdi." Han paha biçilmez bilgisini daha sonra dünya pazarındaki ama özellikle ve de öncelikle İslam coğrafyasındaki potansiyel alıcıların hizmetine sundu. Elbette, zengin olma hırsının bu kararında etkisi vardı ama tek neden değildi; siyasal görüşleri ve inancının da hayli önemli payı bulunuyordu. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın Mısırlı Başkanı Muhammed El Baradey ilerde onu şöyle anlatacaktı: "Han sadece para için çalışmıyordu. Onun için ideoloji de önemliydi. Hatta paradan bile önemli ve öncelikli."
Han servetinin kaynağını şöyle anlatıyordu: "Ne yoluma çıkan bir kahvede çay içmeye kalktığımda, ne arabam bozulduğunda tamircide, hatta ne de çocuklarım için uçak bileti almaya kalktığımda, elimi cebime atıyorum. Herkes 'Hediyemiz olsun' diyor. Pakistanlılar böyle işte. Allah onlardan razı olsun."
Doğruydu. Pakistanlılar'ın "Yarı ilah" mertebesine yükselttikleri adam, iyi tanıdığı Batı'dan nefret ediyordu. Şöyle diyordu: "Tüm Batı ülkeleri sadece Pakistan'ın değil, İslam'ın da düşmanıdır." Ve ekliyordu: "Bir İslam ülkesinin atom bombasına sahip olmasına yardım etmek asla suç değildir!" Bilin bakalım ilk müşterisi kim oldu? Elbette İran. Yıl: 1987. İran'ın o sıralar askeri nükleer programı çıkmaz sokaktaydı. Bir türlü uranyumu zenginleştiremiyordu.
İRAN'A İLK SİFTAH
Han ilk temastan sonra Tahran'a gitti ve "P-1" santrfüjünün planlarını verdi. İlkel modeldi bu. İranlılar çalıştıramadı. Han daha sonra iki konteynerle 500 santrfüj yapmaya ve küçük de olsa bir nükleer tesis kurmaya yetecek parça gönderdi. Karşılığında da nakit olarak 3 milyon dolar aldı. İki valiz dolusu "Yeşil", Dubai'de elden teslim edildi. Bu siftahtan sonra Dubai'yi kurduğu "Scomi Precision Engineering" adlı şirketin operasyon merkezi yaptı. Başına da oğlu gibi sevdiği bir Sri Lankalı getirdi: Buhari Seyyid Abu Tahir. 34 yaşındaki kara kuru genci "Bana ulaşmak isterseniz onunla temasa geçmeniz yeterli" güvencesiyle tüm "müşterileri"yle tanıştırdı. Sonra 1990 Ekim'inde ikinci müşteri göründü: Saddam Hüseyin. Irak o sıralar Kuveyt'i işgal etmişti ve ABD "Ya çık ya çıkarırım" diye tehdit ediyordu. Yine İslam dayanışması dürtüleriyle Han ona santrfüj ve atom bombası planları satmayı teklif etti. Ancak Saddam yanıt vermedi. CIA'nın kendisine tuzak kurmuş olmasından kuşkulanmıştı. Han omuz silkip yeni pazarlara yöneldi. Oltaya Kuzey Kore takıldı. Ona önce 1992'de plutonyum fabrikası sattı, ardından santrfüj karşılığı Pakistan'a 20 orta menzilli füze kazandırdı. Kuzey Kore'yi Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan'ın izlediği söyleniyor. Ama yalanlıyorlar. Günahları boyunlarına. Ve nihayet Han'ın da sabırsızlıkla beklediği müşteri kapıyı çaldı: Libya. Han'ın adamları ile Libyalılar arasında ilk görüşmeler nerede yapıldı dersiniz? İstanbul'da! Onu Kazablanka ve Dubai'deki buluşmalar izledi. Görüşmelerde Libya heyetine Başbakan Yardımcısı Muhammed Matuk başkanlık ediyor ve Han'ı sınıyordu: Sözüne güvenilebilir mi? Kader ortaklığı yapılabilir mi? Cihazları gerçekten işe yarıyor mu? Han müşterisinin kuşkularını gidermek için 1998 başında 20 tane
Batı istihbarat servisleri henüz kesin kanıt bulamadılar ama Abdul Kadir Han'ın El Kaide'nin çekirdeğinde yer alan "Leşker El- Toyba" örgütünün üyesi olmasından kuşkulanıyorlar. Ve bir cevapsız soru onlara soğuk terler döktürüyor: Han acaba Usame Bin Ladin ya da adamlarıyla bağlantı kurdu mu?
"P-1" santrfüjünü Libya'ya ulaştırdı. Yanında 200 kadar santrfüj üretmeye yetecek malzemeyi de. Bu parçalarla Trablus'un banliyösü Al-Asham'daki uranyum zenginleştirme fabrikası kuruldu. O yılın, 1998'in 28 Mayıs'ında Pakistan ilk nükleer denemesini yapınca, başta Libya olmak üzere tüm müşterilerin Han'la ilgili son kuşkuları da atom bombasının mantar biçimindeki dumanları gibi dağıldı. Kaddafi hemen bin santrfüj birden sipariş etti. Ama gelişmiş modelden, yani P-2 sınıfından olacaktı. Her P-2 santrfüjünde 100 parça olduğu düşünülürse, 1 milyon parça anlamına geliyordu bu! Han siparişi karşılayabilmek ve CIA'nın dikkatini çekmemek için malzemelerin üretimini Avrupa ve Asya'da bir düzine fabrikaya dağıttı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı raporlarına göre, aralarında epey Türk üretici de vardı! O fabrikalar da hammaddeleri 30 ülkeden sağlıyorlardı. İşin büyüklüğünü düşünün. Libya'ya ilk teslimat 2002 sonunda gerçekleşti. Kaddafi'den bir sipariş daha geldi: Santrfüj yedek parçaları üretecek anahtar teslimi fabrika istiyordu. Hanhem fabrikayı kurmayı, hem de çalıştıracak elemanları yetiştirmeyi taahhüt etti. Bir grup Libyalı staj için Malezya, İspanya ve Güney Afrika'ya gönderildi.
KAÇAKÇILIK FAALİYETLERİ
Kaddafi'nin son derece gizli fabrikasının adı bile konulmuştu: "Shop 1001." Ancak kağıt üstünde kaldı. 4 Ekim 2003'te Alman bandıralı "BBC China" gemisi İtalya'nın Toranto limanına yanaştı. İngiliz MI6 ve CIA'nın talebiyle İtalyanlar gemideki Libya'ya teslim edilecek 5 sandığa el koydular. İçlerinde santrfüj parçaları vardı. Ve Kaddafi 19 Aralık 2003'te dünyayı şaşırtan bir açıklama yaptı: "Libya'nın atom bombası üretmeyi hedefleyen programı vardı ama artık vazgeçiyordu." Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı hemen Trablus'a denetçilerini gönderdi. Onları CIA ve MI6 ajanları izledi. Trablus'a birkaç kilometre uzaklıktaki Canzur kasabasında gizli bir tesiste Libyalılar'la buluştular. Kaddafi'nin adamları iki plastik poşet verdiler. İçlerinde atom bombasının montaj ve kullanım şemaları vardı. Ve de poşetlerin üstünde geldikleri yerin adresi yazılıydı: "Good Looks Tailor, Islamabad." Abdul Kadir Han'ın terzisi! (John Le Carre'nin 'Panama Terzisi' romanı bile bu kadar gerilimli değildi.) Sonra ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Armitage, Pakistan'a gidip Devlet Başkanı -Beşiktaş fanatiği- General Pervez Müşerref'e bir dosya uzattı. Ve 4 Şubat 2004'te Pakistan TV'leri yayınlarını kestiler. Ekranda Abdul Kadir Han belirdi: "Sevgili kardeşlerim. Bu konuşmayı kendi kararım ve özgür irademle yapıyorum ve sizlere en içten pişmanlık duygularımı iletmek istiyorum. Evet, ben nükleer füzelerimizin planlarını yabancı ülkelere sattım. Lütfen beni bağışlayın." Ertesi gün de Müşerref göründü ekranlarda: "Ulusal kahramanımızın bazı hataları oldu. Ama onları kabul ettiğine göre, ben de kendisini affediyorum." ABD de Pakistan ordusunun Usame Bin Ladin'le savaşa daha yoğun ve de daha samimi katkısı karşılığı Han'ı sorgulamaktan vazgeçip dosyasını -şimdilik- kapattı. Nükleer kaçakçılık faaliyetlerinden kimbilir kaç on milyon dolarlık nakit paranın yanı sıra Pakistan'da 6 villa ve bir düzine restoran, İran'da Hazar kıyısında muhteşem ev, Londra'da malikane, Fransa ve İsviçre'de şatolar, Güney Afrika'da uçsuz bucaksız arazi, Dubai'de gökdelen, Mali'de 5 yıldızlı otel sahibi olan Han bir yıldır evinde göz hapsinde. Ve sırça köşkünde volta atarken her gün en az 10 kez aynı cümleyi tekrarlayor: "O Hintli sınır muhafızı ağabeyimin armağanı dolma kalemimi almayacaktı..."