Güzel bir bahar havasında New York sokaklarında dolaşan ve dört ay önce oradayken hiç rastlamadığım şekilde 'tight' giymiş kadınların bütün vücut hatlarını, bütün mahremiyetlerini adeta çırılçıplak bir biçimde görünce her şey Renzo Piano'yla Richard Rogers'ın ortak projesi Paris'teki Beaubourg kültür merkezi binasıyla başladı dedim kendi kendime.
İÇİNİ DIŞINDA GÖSTERMEK
Bir şeyin içini kaplamak, gizlemek yerine onu dışa açmak, binanın o güne kadar duvarların, perdelerin arkasına saklanmış borularını, merdivenlerini, taşıyıcı elemanlarını, ısıtma, aydınlatma, havalandırma borularını, kanallarını ortaya dökmek neredeyse 40 yıl önce onların başlattığı bir işti. Sonra devam etti bu anlayış. Uzun bir suskunluk, tereddüt döneminden sonra, önce lokantalar başladı. Mutfaklar artık gizlenmiyor, yemekler açıkta pişiyor, müşteriler aşçıları, komileri izleyerek karınlarını doyuruyor veya vakit geçiriyorlardı. İş gele gele kadınlara kadar geldi. Şimdi kadınlar her yerlerini sergileyen giysilerle sokaklarda dolaşıyorlar. Kısa bir dönem önce akla hayale gelmeyecek, tasavvur edilmeyecek bir görüntü bu. Peki ne oluyor? Bir açıdan bakılırsa bu bir teşhircilik. Sadece kadınları ve cinselliği düşünerek değil bahsettiğim; binaları, lokantaları da göz önünde tutarak bu yargıda bulunuyorum. Ne var ki, teşhirciliğin bilinçli, kişinin kendisiyle bağlı sınırlarına karşılık burada kitlesel, toplumsal, kamusal, ne derseniz deyin, yaygın ve yığınsal bir hareket söz konusu. Hatta o açıdan bakınca cinsellik en sonda geleni. Belki de ulaşması doğal bir noktada. Hatırlayanlar hatırlayacaktır, bundan birkaç yıl önce kadınlar, kızlar düşük belli pantolonlar giyiyordu. Nerede olursanız olun etrafınızdaki kadınların iç çamaşırlarını görebildiğiniz kadar görebiliyordunuz. Hani 'donunun rengini bilmek' artık bir deyim olmaktan çıkmış, bir hakikat mertebesine erişmişti. Ondan sonra işin buraya gelmesi pek o kadar şaşırtıcı sayılmaz. Her zaman söylediğim gibi, bakalım buradan nereye gidecek... Bu hamlenin altında belki 1980'lerin getirdiği ilginç bir dönüşümü aramak gerekiyor. O yıllar post modernizm dönemiydi. Binalar camla kaplanıyordu. İnsanlar yapıların içini, camların arkasını değil ama binaların üstünde kendilerini, binayı kuşatan çevreyi görüyordu. Bir anlamda iç mekânla dış mekân buluşmuyor fakat bir yapı dış mekânla kaynaşıyordu. O arada da kişiler kendilerini o yapının ve aynaların kapsadığı çevrenin içinde, onun bir parçası olarak görüyor, algılıyordu. Bunu post modernizmin içine doğru patlamak veya içine doğru derinleşmek oyunuyla açıklamak mümkün. Zaten postmodernizm, modernizmin kavramları dışına doğru zorlayan arayışlarına karşılık onları içine doğru bir yolculuğa itmekle kaimdi. Metinler kendi içlerine doğru gelişiyor, kuyu, labirent, çıkmaz, aynalar türünden imgeleri önce gerçeklikten uzaklaştıran, sonra da karmaşık, dolaşık hale getiren unsurlar kurmacaların vazgeçilmez ögeleri arasında yer alıyordu. Oysa modernizmin yapıtları metinleri hep dışına zorlamıştı. Modernizm dışın içselleşmesiyken postmodernizm için dışsallaşmasıydı. Tüm o lokanta esprileri bu dönemin hemen ertesinde doğmuştu ve Beaubourg da postmodernizmin başlangıç yapıtlarından birisi kabul ediliyordu.
POSTMODERNİZMDEN PORNOGRAFİYE
Bu açıklama hiç fena değil. Bir hayli de şık duruyor, entelektüel bir yorum olarak. Doğal olarak denebilir ki, postmodernitenin bir uzantısı olarak kadınlar da kendilerini dışa açtılar, içlerini dışarıya göstermeye başladılar. Bu aynı zamanda Viktoryen ahlakına indirilmiş son darbedir. O ahlakın doğum kontrol hapıyla başlamış çöküşü, kadın özgürlüğüyle belli bir çizgiye çıkmıştı, şimdi o platformda devam ediyor. Buna mini etek de dahildi, dediğim gibi, iç çamaşırının gösterilmesi de. Ortaya çıkan görüntüler bir 'voyorist' olarak beni derecesiz memnun etmekle birlikte gene de iğneleyen, sanki bu açıklamaların ötesinde bir şey aramamız gerekiyormuş duygusuna sürükleyen bir yan var. Galiba şu. Dünya son 10 yılda 'bling bling' denen 'pırıltı' kültüründen geçiyor. İnsanlar olabildiği kadar şaşaalı, gösterişli, pırıltılı şeyleri giyiyor, takıp takıştırıyor. Amerika'da yiyecek ekmeği olmayan siyahlar en parlak, en büyük, en iri armalar, kolyeler, zincirlerle gezip tozuyor. Bir zamanlar dünyanın en iyi spor ayakkabılarını üreten firmalar o işi bıraktı şimdi ışıl ışıl yanan ayakkabılar yapıyor. Kadınlar, erkekler tiksinti veren bir aldırmazlık hissiyle ayaklarında o ayakkabılar, üstlerinde hışır hışır öten bir kumaştan yapılmış eşofmanlarla lokantalara, barlara, kafelere gidiyor. Tabii bunu Amerikalılaşma sanıyor bizimkiler. Oysa bunu orada alt sınıflar bir tepki kültürü olarak yaşar. Bizdeyse en debdebeli insanlarda görülüyor. Eh, işte, görgü, hazım ve bilinç meselesi. Ek olarak çantalar, saatler akılla açıklanamayacak boyutlara büyüdü.
PORNOGRAFİNİN SOSYALİ
Bütün bunlar 'ben buradayım, kimseye eyvallahım yok, param var, zenginim, dünyaya metelek vermem' demenin başka yolu. Tabii bu meydan okuma bilgiyle, içsel bir değerle bütünleşmeyip sadece böyle paraya, pula dayanınca ve ister istemez ona dönük bir tamahkârlığa, paranın cakasını satmaya dönünce çok ürpertici, irkiltici, itici bir anlam kazanıyor. O nedenle de şiddetle eleştiriliyor bu kültür. Politik temsilcisi Sarkozy'nin hali ortada. Ben bütün o yeni lokanta mekânı tasarımında ve giyim kuşamda da aynı tavrı izliyorum. 'Bildiğimi okurum, saklayacak şeyim yok' demenin bir yolu gibi duruyor bu yaklaşım. Ama öyle değil. O düşünce sadece bir kılıf. Dolayısıyla burada bir açıklık değil, bir kapalılık söz konusu. O nedenle de bu 'gösteri' bir itirafa değil, benim sınıflandırışımla, bir ifşaata denk geliyor. O zaman karşımızdaki görüntü erotik değil. Erotizm bir mesafeye, bir kapanmaya, belki bir itirafa dayalıdır. İfşaata değil. Dolayısıyla bu görüntüler, adını koyalım, pornografiktir. Tight giymiş kadınlar kesinlikle çok güzel, yürek hoplatan görüntüleri kesinlikle çok çekici olsa da, sosyal pornografi çağında yaşadığını bilmek ayrı bir iş.