Immanuel Kant demiş ki:
"Beni yaşarken kendisine iki şey hayran bırakmıştır; biri üzerimizdeki gökkubbe, öteki ise içimizdeki vicdan"
Tanrısal gökkubbeye duyduğum hayranlığın yanı sıra, kişisel hayat rotam da hep 'vicdan' kavramı üzerine kurulu oldu. Giderek 'duygusuzlaşan' ve 'vicdanı' hayatın farklı alanlarında, geçmişte de zedelenmiş olan bu güzelim ülkede, her şeye 'insan vicdanının' içinden süzülerek yaklaştım.
Genç yıllarımızda yakalandığımız ve 12 Eylül askeri darbesinde yaşadığımız çok zor günlere de, 28 Şubat'ta bu ülkede yapılan büyük haksızlıklara da; 'vicdan' penceresinden baktım. Mesleğimizde, ne yazık ki, medyanın hükümet kurup, hükümet yıkmaya çalıştığı çürümüş yıllara da; zaman zaman yeşeren 'askeri darbe heves ve heveslilerine' de; hep 'vicdan' terazisinden yaklaştım.
Herkesin birbirini 'şu'cu ya da 'bu'cu olarak ötekileştirdiği, inançlar ve ideolojiler üzerinden sıfırlayarak kısırlaştırdığı; 'öteki'ye duyulan sevginin ıssızlaştırıldığı, kimsesizleştirildiği; insanın insana yabancılaştığı; gerçek demokrat olabilmenin bile zorlaştığı günümüz Türkiye'sinde; bu nedenle 'vicdan' kanımca çok temel bir sözcük. Hele ki kendi topraklarımızda binlerce insanın öldüğü kanlı dönemden sonra, gerçek anlamda 'barış'ın, 'barış ortamının, kardeşliğin' peşine düşüldüğü; başarılmasını çok yürekten istediğimiz böyle bir süreçte; 'vicdan' çok daha öne çıkan bir kavram oluyor. İşte hem hayata, hem de ülkenin bütününe böyle bir noktadan yaklaştığım için; önceki gün bir kez daha İstanbul Silivri'de tutuklu bulunan gazetecileri ziyaret ettim. Çok sağ olsun ziyaretimiz, kamuoyunda bu gazetecilerle ilgili sürekli farkındalık yaratan, İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı, sevgili Atilla Sertel'in Adalet Bakanlığı'ndan aldığı açık görüş izniyle gerçekleşti. Bir grup meslektaşımızla birlikte başta Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan olmak üzere, Hikmet Çiçek, Turhan Özlü ve Deniz Yıldırım'ı gördük.
Silivri'ye her gidişimde, sırtımda kocaman bir hüzün torbasıyla ilerliyorum. Her ne kadar gazeteci dostlarımızın yattığı bölümde; cezaevi yönetimi ve çalışanlarından, çok nazik bir yaklaşıma tanık olsak da, insanların dört duvar arasında çok uzun yıllardır tutuluyor olması, vicdanımızı derinden kanatıyor.
Bu köşe, ziyaret sırasındaki sohbetlerin tümünü aktarmaya yetmez. Öncelikle, tam çeyrek asırlık dostluğum olan, İzmirli gazeteci ve İzmir'den milletvekili seçilen sevgili Mustafa Balbay'ın yansıttıklarına dikkat çekmek isterim. Bizler gazeteci kimliğiyle tutuklanan Balbay'ın ve diğer gazetecilerin, geçmiş yıllarda 'tutukluluk hallerinin artık cezaya dönüştüğünü' vurguluyorduk. Sürekli 'uzun tutukluluk' durumunun, insan haklarına aykırı olduğuna, bu insanların bir yere kaçamayacaklarına, bu nedenle yargı sürecinin tutuksuz sürmesinin önemine değiniyorduk. Elbette bütün zedelenen süreçlere rağmen, bu gerçeği yine 'hukukun üstünlüğüne' inancımız ile dile getiriyorduk. Önceki gün Balbay'ın, gözlerimizin içine, çok hüzünlü, cesur bir gülümseme ile bakıp; 'Artık bu ülkede uzun tutukluluk sorunu yok, uzun hukuksuzluk sorunu var' deyişi; kalbimizi derinden çizerek, vicdanımızı bir kez daha kanattı. Mustafa Balbay, tam 1443 gündür tutuklu. Milletvekili seçileli 616 gün oldu. Hücrede oluşunun 721. gününde.
İÇİMDEKİ DEPREM
Balbay, "Elde bir tek ölmek var. Elde sadece sanık vicdanı kaldı. Bütün vicdanlar kurudu" derken; inanın Silivri'de sırtımdaki o hüzün torbası büyüdü de büyüdü. İçimdeki insanlık depremi, sanki bütün gövdemi 10 şiddetinde sarstı.
Balbay, 17 gün sonra Silivri'de 4. yılını doldurup, 5. yılına adım atacak. Eşi, çocukları dışarıda hasretle, sevgiyle onu bekliyorlar. Hayatta ölüm dışında her şeyin ilacı var.
İlacı olmayan bir şey daha var ki; o da hasrettir.
Ey vicdan. Ey insan.
Lütfen bu hasreti, insanlığı unutma... Çünkü 'adalet' hepimize lazım...