Türkiye ekonomisi 21 Şubat 2001'de daha önce hiç yaşamadığı büyük bir ekonomik krize girdi. O sırada, Türkiye ekonomisi IMF'nin yönetimindeydi. Çünkü 1999 sonunda DSP, ANAP ve MHP Koalisyon Hükümeti IMF'den 4 milyar dolar borçlanarak 17. standby anlaşmasını yaptı. Ama cari açığın hızla artışı karşısında 18 Ocak 2002'deki yeni niyet mektubuyla 19.8 milyar dolar ek borçlanarak 18. stand by yapıldı.
Peki ekonomi IMF yönetimindeyken niye kriz çıktı? Çünkü IMF ile yapılan "yüksek enflasyonu düşürme programı", sabit kur sisteminin "çapa" yapılmasını esas alıyordu. Oysa Türkiye'de kambiyo rejimi, sermaye hareketlerini 1988'de serbest bırakmıştı ve Merkez Bankası bağımsız para politikası izliyordu. Anlayacağınız Türkiye o dönemde, iktisat alanında "tutarsız üçlü" olarak bilinen politikayı izledi ve bunun sonucunda da cari açık hızla büyüdü.
O dönemde neler yaşandığına gelince... IMF'ye yazılan niyet mektubunda, 2000'de telekom ve enerji özelleştirmelerinden 5.5 milyar dolar tutarında gelir elde edileceği taahhüt edilmişti. Ama Kasım 2000'de, dönemin Ulaştırma Bakanı telefon özelleştirmesine karşı olduğunu belirtti. Bu açıklamadan "tedirgin!" olduğunu söyleyen Deutsche Bank, bir anda 2 milyar dolar tutarında parayı yurtdışına çıkarıverdi.
Piyasalar karıştı ve gecelik faizler yıllık yüzde 16 bin seviyelerine kadar çıktı. Ardından 19 Şubat 2001'de dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Başbakan Bülent Ecevit'e "yolsuzluklara göz yumuyorsunuz, denetletmiyorsunuz" diyerek anayasa kitapçığını fırlatınca ekonomik krize bir de siyasi kriz eklendi ve ortalık toz duman oldu.
Siyasi kriz, olumsuz olan ekonomik beklentileri daha da olumsuzlaştırdı. Ama bu kaotik ortamda herkes dibe vurmadı. Bazıları krizin üstünde havalandı. O sırada "sabit kur rejimi"nden "dalgalı kur rejimi"ne geçileceğini önceden haber alan bazı banka patronları, Merkez Bankası'ndan sabit kurdan iki günde 7.5 milyar dolar alarak haksız kazanç sağladılar.
Ardından Türkiye'deki iktisatçılar arasında, küresel ekonomide makro ekonomi yönetimini yapabilecek bilgiye sahip bir iktisatçı olmadığından, yardıma, Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş çağırıldı. Ve Derviş, kamu maliyesini disiplin altına alacak, bankaları yeniden yapılandıracak "güçlü ekonomiye geçiş programını" hazırladı. Böylece Türkiye, 1992-2001 arasında yaşanan ahbap-çavuş kapitalizmini terk etmek zorunda kaldı.
Peki nedir ahbap-çavuş kapitalizmi? Siyasi yandaşlara ve yakınlara yönetim otoritesini kullanarak çıkar sağlamaktır. En belirgin özelliği de "kim ne veriyorsa beş lira fazlasını veriyorum" ve "kadınları 38, erkekleri 42 yaşında emekli ediyorum" yaklaşımıdır. 1992'de Süleyman Demirel ve Erdal İnönü hükümeti, kitlelere işte bu türden popülist vaatlerde bulunarak, kamu maliyesini çökerttiler. 1991'de Türkiye'nin kredi notu BBB+ seviyesindeydi, şimdi hâlâ BB+'de duruyor. Çünkü Turgut Özal Türkiye ekonomisini güçlendiren ve dış rekabete açan politikalarıyla mali istikrarı sağlamış ve notu BBB+'ya çıkarmıştı. Bugün bile Turgut Özal'ın kredi notu seviyesine, Demirel ve Erdal İnönü ikilisinin çökerttiği maliye nedeniyle bir türlü ulaşılamadı.
Gelelim Türkiye'nin 1999'da niye IMF'ye muhtaç olduğuna... Özal'ın ölümü Türkiye'yi adeta karanlık bir döneme soktu. Çünkü Özal'ın ardından Kürt sorunu askere havale edildi. Şahinlerin önerileri uygulamaya kondu. Kamu harcamaları bileşiminde savunmanın payı hızla yükseldi. Ayrıca izlenen popülist politika nedeniyle sosyal güvenlik finansman açığı 1991'de sıfır düzeyindeyken hızla artmaya başladı ve 1999'da eski para değeri üzerinden 1.1 katrilyon liraya yükseldi. Kamu bankalarından alınan krediler geri ödenmediğinden ve kamu giderleri kamu bankalarına ödettirildiğinden dolayı kamu bankalarının görev zararı da 2001 sonunda toplam varlıklarının yüzde 50'sini aşarak 15.1 katrilyon lira olarak zirve yaptı. Dolarizasyon 1990'da yüzde 25 seviyesindeyken 1999'da yüzde 42'ye yükseldi. Herkes dolara sığındı.
Gelelim özel bankaların soyulmasına... 1992-2001 arasında şahinlerin yönetimindeki karanlık dönem, finansmanın şeffaflaşmasına izin vermiyordu. Bu dönemin devam etmesi ve bütçe soygunun sürmesi için askeri bir darbeye ihtiyaç duyuldu. "KİT'lerin kendi kaynaklarından oluşan ortak havuzdan borçlanacağını ve özel bankalardan kredi almayacağını" açıklayan 54. Hükümet'in Başbakanı Necmettin Erbakan, "irtica geliyor" söylemiyle görevden alındı. Böylece statükocu İstanbul sermayesi, kendisine rakip olarak gördüğü Anadolu sermayesini askere dövdürtüp pazardan kovaladı. KİT'lerin özelleştirilmesini de yargı vesayetiyle engelleyip, bütün özelleştirmeleri iptal ettirdi. Bunun sonucunda da hem KİT'lerin ürünlerini ucuza kullandı hem de onlara pahalıya mal satarak haksız kazanç sağladı.
Ayrıca statükocu İstanbul sermayesinin sahibi olduğu özel bankalar, KİT'lere yüksek faizle kredi vermeye devam ettiler ve görev zararı hızla yükselen KİT'lerde kendi saadet zincirlerinin sürmesini sağladılar. O dönemde bankacılık izinleri, bir bankadan kredi kartı alacak ölçüde mali yeterliliği olmayanlara bile verildi. Böylece vatandaşın mevduatını toplayan darbe destekçisi statükocu sermaye, kendisine yeni bir kazanç kapısı sağladı. Bankaları kendi kumbarası gibi kullandı.
Ta ki, 1999'da Körfez depremi oluncaya kadar. İşte devletin kâğıttan kaplan olduğu o dönemde açıkça görüldü. Soyula soyula içi boşaltılan devletin maliyesinde depremin yaralarını saracak kaynak olmadığı ortaya çıktı. Devlet, borçlanma imkânlarının sınırına gelmişti. Bunun üzerine Ecevit Hükümeti IMF'ye gitmek zorunda kaldı. Ardından IMF'nin önerdiği programın ne olduğunu anlamayan bürokrasi, başta anlattığımız "tutarsız üçlünün" esiri oldu ve on yıl önce bugün Türkiye ekonomisi cumhuriyet tarihinin en büyük krizini yaşadı. Milyonlarca üniversite mezunu işsiz kaldı, insanlar birikimlerini yitirdi. Çünkü sadece darbe destekçiliği yaptığı için içinin boşaltılmasına göz yumulan bankaların vatandaşa maliyeti 93.3 katrilyon lirayı buldu.
Bunun üzerine seçmen, 2002 seçimlerinde küreselleşmeyi göremeyen ve ekonomiyi krize sokan siyasileri sandığa gömdü, siyasi hayattan sildi. Yerine yeni bir siyasi kadroyu getirdi. AK Parti bünyesindeki bu siyasi kadro demokratikleşmeyi hızlandırıp, özelleştirmeyi yaparak, mali disipline uyup ekonomiyi güvenilir hale getirdi. Türkiye'de fert başına gelirin son sekiz yılda 3 bin 492 dolardan 10 bin 624 dolara çıkması bu başarıyı sadece bize değil, çevremizdeki bütün herkese gösteriyor. Bugün bütün Ortadoğu ülkelerinin halkları, Türkiye'nin başarı öyküsünün aynısını kendi ülkelerinde yaşamak istiyor.