Kitabın adı ilgimi çekti önce.. PİSİ kolojik.. Kelimeyi öyle bölmüşler ki, işin içinde belli ki kediler var. Şöyle bir karıştırınca çözdüm tabii. Kitapta Pisi, yani ruhu var.. Eee.. Benim gibi 2 tanesi ev içinde yaşayan, 20'den fazlası da bahçemde yatıp kalkıp beslenen kedisi olan birisi, PİSİ koloji ile ilgilenmez mi?. Bir karıştırdım ki.. Kitapta, kediler sahiplerini anlatıyorlar. Bir dizi kedi ve onların ağzından sahipleriyle öyküleri.. Ayşen İnci yazmış.. İçlerinden birini hafta sonu için seçtim.. Bir hafta sonu da, o çok ama çok ünlü kedisi Sekter'in ağzından Ahmet Hakan'ı dinleyeceksiniz, Hikâye Köşemizde..
Bugün "Bir Adam, Bir Kuş, Bir Kedi" öyküsünü seçtim. Salonda iki de muhabbet kuşum olduğu için, hafiften torpilli oldu da..
***
İlk kez asansöre biniyordum. Hissettiğim korku ve panik duygusuna rağmen Ekrem Amca'nın o mutsuz ve acılı sessizliğine saygı göstererek hiç sesimi çıkarmadan bekledim. Oğlu Mehmet elinde ufak bir valiz, kapının zilini çalarken bize sıkıntılı bir bakış attı. Ekrem Amca bir elinde kuş kafesi, diğer elinde benim kedi kutum, öylece duruyordu. Oğlunun ısrarlarına aldırmamış, tüm halsizliğine rağmen bizi taşımakta inat etmişti.
"Daha fazla yabancılık çekmesin, huzursuz olmasın kızlarım" demişti. Kızları... Yani biz... Muhabbet kuşu Şakrak ve ben Sultan Kız. Evinden çıkıp da buraya kadar yaptığımız o uzun yolculuk boyunca ağzından çıkan tek laf bu olmuştu.
Aslında tam bir haftadır ağzını bıçak açmıyordu Ekrem Amca'nın. Altmış yıllık hayat arkadaşı, can yoldaşı, dünyalar güzeli karısı Münire Teyze'yi ani bir kalp kriziyle kaybetmişti.
"Ben daha önce gitmeliydim" diye sürekli ağlamıştı, "O daha çok gençti..." Oysa Münire Teyze yetmiş beş yaşındaydı ama seksen dört yaşındaki Ekrem Amca'nın gözünde hâlâ, on beş yaşındayken ona kaçan genç ve güzel kızdı. Ne saçının gümüş renkli telleri ne de yüzündeki kırışıklıklar, onun gözündeki ve gönlündeki bu görüntüyü silememişti.
Erenköy'de Ekrem Amca'nın ailesinden kalma ahşap bir köşkte otururlardı. Aile büyüklerinin üst katta oturduğu bu köşkün giriş katına gelin gelmiş Münire Teyze. Kızı Nevin, oğlu Mehmet bu evde doğmuşlar. Doğum günleri, Mehmet'in sünnet düğünü, nişan törenleri hep burada kutlanmış.. "Mış" diyorum çünkü annem beni köşkün bahçesinde doğurduğundan, Münire Teyze de beni eve aldığından beri, yani tam yedi yıldır bu hikâyeleri defalarca dinledim ondan. Önceleri torunlarına anlatırmış keyifle... Sonraları torunlar pek uğramaz olduğundan on yıldır evde yatılı kalan Saliha Abla'ya anlatıyordu... Defalarca... O günlerin özlemiyle. Saliha Abla boncuk gözlü, kıpkırmızı yanaklı, koca memeli tatlı bir kadındı.
Yemek yaparken, evi temizlerken hep türküler söylerdi yanık yanık. Başka bir kadına tutulup da onu bırakan kocasını düşünüp hislenir, sonra da Kırşehir'de yaşayan kızının ve minik torununun özlemiyle iyice coşar, ağlardı. Sanki bütün bunlar dün olmuşçasına, her döktüğünde taptaze akardı gözyaşları.
Ekrem Amca evliliklerinin elli beşinci yıldönümünde elinde kurdelelerle süslü bir kuş kafesiyle geldi. Beyaz kafası, mavi gövdesi ve kafasında ince kahverengi çizgiler, burun deliklerinin etrafındaki beyaz halkalarla pek güzel görünen muhabbet kuşunu gördüklerinde önce sevinç çığlıkları attı Münire Teyze ve Saliha Abla. Ardından bütün gözler bana çevrildi ve ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Anlamıştım.. "Kedi varken eve kuş alınır mı, ya kuşa zarar verirse" anlamı taşıyordu bu sessizlik. İtiraf etmem gerekirse ilk anda benim de aklımdan hoş olmayan düşünceler geçmişti doğrusu. Neticede sağlıklı bir kediydim ben de ama Ekrem Amca'nın bana bakışlarındaki güveni gördükten sonra bu kötü fikirleri hemen aklımdan kovdum ve sessiz adımlarla kafese yaklaştım. Herkes nefesini tutmuş ama her an müdahaleye hazır vaziyette beni izliyordu. Gözlerim kafesin telleri arasından ürkek bakışlarla bana bakan minicik bir çift siyah gözle karşılaştı. Zarif bir "Hoş geldin" miyavıma karşılık cılız bir "Cik" sesi döküldü gagasından. Sonra gerisin geri beni hayretle izleyen bakışlara aldırmadan, kırıta kırıta uzandığım koltuğa döndüm ve başımı patilerimin arasına gömerek uyuyormuş gibi yaptım. Kulağım onların konuşmalarındaydı tabii.
"Ayol, ne can kedi bu" diye güldü Münire Teyze, kedilerin sultanı benim kızım.
"Yine de dikkatli olalım" dedi Saliha Abla, "Kedi bu, belli mi olur?" Onu utandırmaya işte o an söz verdim.
Şakrak'ın kafesi, Münire Teyze ile Ekrem Amca'nın sabah kahvelerini, akşam çaylarını içip tatlı tatlı sohbet ettikleri pencere önündeki iki koltuğun arasında bulunan yüksekçe bir sehpaya yerleştirildi. Pencere içi benim de en sevdiğim köşelerin başında geliyordu. Bahçedeki kocaman ağaçların yaprakları arasından sızan güneş ışığını yakalamaya çalışır, sırtımda tatlı bir sıcaklık, tembelliklerin en keyiflisini yaşardım.
Kışın ise, karların ağırlığı altında yerlere kadar sarkan dallar, rüzgârla savrulan kar tanecikleri beni sihirli bir dünyaya götürürdü sanki. Benim keyifli hırıltılarıma, Şakrak'ın ve Münire Teyze'nin cıvıltıları karışır, Ekrem Amca bir yandan kahvesini yudumlarken bir yandan karşısında oturan, beyaz saçlı, yeşil gözlü kadına hayran hayran bakar, mutluluğuna şükrederdi.
Oğulları Mehmet, zengin ve başarılı bir işadamı olmuştu. Kızları Nevin ise zengin bir tacirle evlenip Bursa'ya yerleşmişti. İki evlatları da onların aksine ancak ikinci evliliklerinde mutluluğu yakalamışlardı. Mehmet, genç karısı Sevil ve küçük oğlu Mert'le son derece lüks bir hayat sürüyor, onları ziyarete pek seyrek gelen gelinlerini ise daha çok dergi ve gazete sayfalarında görüyorlardı.
Kızları Nevin ise torun baktığı için, onları sık sık arayamadığını anlatıyordu telefonlarda. Oysa ne zaman arasalar yurt dışında olduklarını söylüyordu yardımcıları. Bu, sahipleri gibi yaşlı, eski eşyalarla dolu köhne köşk, onların zengin yaşamları karşısında, anılarının sıcaklığıyla ne kadar direnmeye kalksa da yenilmiş, ziyaret edilmesi artık sıkıcı bir zorunluluk olan bir yer haline dönüşmüştü. Mutfaktaki dolapların eskiliği, tahta merdivenlerinin gıcırtısı, avlunun aşınmış mermeri, inceden inceye yayılan rutubet kokusu sinirlendiriyordu çocuklarını. Kaç kez köşkü yıktırıp yerine apartman yaptırmayı teklif etmişlerse de her seferinde anne babalarının itirazlarıyla karşılaşmışlar, sonra da onların bu inadını, zaten pek de sık olmayan ziyaretleri ve telefon konuşmalarını gitgide seyrelterek cezalandırmışlardı akıllarınca. Münire Teyze ve Ekrem Amca aralarında sessiz bir anlaşma yapmışlardı sanki. Birbirlerini üzmemek adına konuyu hiç açmazlar, iki kişilik dünyalarının sıcaklığıyla yetinir, teselli bulurlardı.
O gün, her zamanki gibi başlamıştı bizler için. Ekrem Amca tıraş olmak için mahalle berberine gitmiş, Münire Teyze de banyoya girmişti. Tek değişiklik mutfakta neşeyle şarkı söyleyen Saliha Abla'nın keyifli sesiydi. On gün sonra sünnet olacak torunu için Kırşehir'e gitme hazırlıkları içindeydi. İki hafta izin vermişlerdi ona. Beklemediği bu uzun tatil ve Ekrem Amca'nın hediye olarak verdiği yarım altın, Saliha Abla'yı sevinçten deli etmeye yetmişti. Gitmeden, onlara bir hafta olsun yetecek yemekler yapmakla meşguldü. Şarkı söyleyen hafif cırtlak sesini duydukça Şakrak onun sesini bastırmak için daha çok şakıyordu.
"Boşuna nefes tüketme, sesin kısılacak sonunda. Ne yapsan onu susturamazsın" dedim.
"Haklısın, benim gibi geveze bir muhabbet kuşunu bile pes ettirdi ya" diye kıkırdadı Şakrak.
Saliha Abla şarkısına ara verip banyoya doğru seslendi.
"Tamam mı, sırtını keselemeye geleyim mi Münire Teyze?"
Banyodan hiç cevap gelmedi. Bu sefer kapıya yaklaşarak daha bir yüksek sesle sorusunu tekrarladı Saliha Abla. Şakrak ve ben garip bir huzursuzluk içinde dikildik. Saliha Abla'nın kapıyı açmasıyla birlikte gırtlağından bir feryat koptu. Nefes nefese yanına koşturdum. Münire Teyze boylu boyunca yerde yatıyor, gümüş renkli saçlarından akan sular, bembeyaz teninden süzülüp yere damlıyordu.
"Kalp krizi geçirmiş" dedi doktor.
Münire Teyze tam altmış yıldır sevgili kocasıyla paylaştığı pirinçleri kararmış, eski karyolada yatıyordu. Üzerine çiçek işlemeli soluk bir saten örtü örtülmüştü. Ekrem Amca, hiç sesini çıkarmadan, yer yer ıslanmış örtünün altındaki narin vücuda bakıyordu. İnce bedeni sallanıyordu hafiften.
"Hadi, içeriye gidelim de oturun biraz. Bir de ilaç vereyim, sakinleştirsin sizi" diye devam etti doktor. Ekrem Amca'nın duruşundaki bu ısrarlı suskunluk korkutmuştu onu. Oğlu Mehmet, babasının koluna girerek onu salona götürdü. O ana kadar bir heykel sessizliği içinde duran Ekrem Amca oturup da karşısındaki boş koltuğu görünce ağlamaya başladı. Yaşlar birbiri ardından o buruşuk yanaklarından süzülüp üstüne damlıyordu. Birkaç saat sonra kızı ve damadı geldiğinde aynı durumda buldular onu. Sessiz sessiz ağlarken. Ben odanın içinde huzursuzluk içinde dolanıyor, acıyla miyavlıyordum. Şakrak da Ekrem Amca gibi derin bir suskunluğa bürünmüştü.
"Yüreğim yanıyor Sultan Kız. Benim sesimi zor duyarsınız artık" dedi üzüntüyle.
Gerçekten de bugün buraya, Mehmet'in evine gelene kadar da hiç sesi çıkmadı.
Saliha Abla'yı zorla yollamıştı Ekrem Amca. Saliha Abla gözyaşları içinde yaşlı adama sarılmış, sünnet töreninden hemen sonra döneceğini söylemişti. Onu artık bırakamazdı, Münire Teyze'nin emanetiydi ne de olsa. Bu fikir Ekrem Amca'nın gelini, kızı ve damadı tarafından da çok olumlu bulunup desteklendi. Hatta damadı üzerinden büyük bir yük kalkmışçasına eline yüklüce bir para sıkıştırdı Saliha Abla'nın, sünnet hediyesi diye. Sonra hemen gönül rahatlığı içinde Bursa'ya döndüler.
Sonra neler oldu, ne değişti bilmiyorum, Saliha Abla'nın gitmesinden iki gün sonra oğlu Mehmet, babasını evine götürmek üzere geldi ve onun birkaç parça eşyasını ufak bir valize tıkıştırdı. Ekrem Amca gitmemek için ne kadar direndiyse nafile. En azından Saliha dönene kadar kalmaya ikna oldu sonunda. Bir an önce çıkmak için acele ediyordu Mehmet ama Ekrem Amca onu durdurarak bizi gösterdi.
"Kızları unutmayalım, onları yalnız bırakamam burada" dedi oğlunun asılan suratına bakarak. Beni hiç sevmediğim o kutuya koyarken hiç zorluk çıkarmadım. Bir de ben üzmek istemiyordum onu.
Kapıyı Sevil açtı. Gülümseyerek içeri buyur etti. Münire Teyze'nin başında döktüğü gözyaşları kadar zorlamaydı tebessümü. Gözleri bize ilişince "Bunlar da ne" gibisinden kaşlarını çatarak kocasına baktı ama onun bir işareti üzerine yine o sahte gülücüğü suratına yerleştiriverdi hemen.
Oğulları Mert beni görünce sevinçle üzerime yürürken annesinin sert sesiyle kalakaldı. "Tüyleri alerji yapar sana" diye durdurdu onu, sonra Ekrem Amca'ya dönerek, bizi bodrum kattaki bir odaya bırakmayı teklif etti. Ekrem Amca ona nasıl baktıysa "O zaman sizin odanızda dursunlar" dedi.
Mükellef bir şekilde hazırlanmış sofraya şöyle bir baktı Ekrem Amca ve aç olmadığını söyleyerek odasına çekilmek için izin istedi. Evimizden uzaktaki bu ilk gecemizi, Ekrem Amca, Şakrak ve ben ayrı ayrı dillerde ama birbirimizi anlayarak konuşup ağlaşarak geçirdik.
Günler birbirini takip etti. Ekrem Amca, Saliha'nın dönmesini bekliyordu sabırsızlıkla. Oğlunun Saliha'yı arayıp artık ona ihtiyaçları olmadığını, babalarının bundan böyle kendisiyle yaşayacağını söylediğini bilmiyordu tabii.
Ah, kulak misafiri olup da duyduklarımı anlatabilseydim ona!
Ekrem Amca evini çok özlediğini her söylediğinde Mehmet ve karısı tuhaf bir şekilde bakışıyorlardı. İIk fırsatta evine götüreceklerini ama artık kızıyla yaşayacak olan Saliha'nın yerine önce birini bulmaları gerektiğini, şu ara işlerinin yoğunluğundan bunlarla uğraşamadığını söylüyordu Mehmet. Her seferinde aynı cevabı almaktan bıkan Ekrem Amca da artık sormaz olmuştu.
Evde kimsenin olmadığı bir gün, kapı çaldı. Burnuma gelen tanıdık koku yüzünden sevinçten çılgınca miyavlayıp kapıya koşturdum. Ekrem Amca kapıyı açıp da karşısında Saliha Abla'yı görünce bir süre kalakaldı, sonra sevgiyle uzun uzun sarıldı ona. Saliha Abla'yla karşılıklı ağlaşıyorlardı. Geride duran mahallenin berberi Halil'i neden sonra fark etti. Ekrem Amca bir çocuk gibi sevinerek içeri buyur etti onları.
Ekrem Amca'yı evde yalnız yakalamak ikisini de rahatlatmıştı. Bir yandan beni okşarken, "Halil'den Allah razı olsun. Arabasıyla getirmeseydi dünyada gelemezdim buraya" dedi Saliha Abla.
İIk andaki şaşkınlık ve sevinci geçince, onu nasıl bulduklarını sormak aklına geldi Ekrem Amca'nın.
"Senin oğlunun arkadaşı olan müteahhitten aldık adresi" dedi Saliha Abla.
"Senden zamanında borç aldığımızı, seni görüp de ödemek istediğimi söyledim" dedi Halil.
"İnandı valla."
Ekrem Amca anlatılanlardan bir şey anlamamış şaşkın şaşkın bakıyordu.
"İyi de bu yalanlara ne gerek vardı, buraya telefon eder alırdınız adresi, sende bizim çocukların telefonları olacaktı Saliha."
Saliha Abla sıkıntıyla yutkundu.
"Aslında ilk önce onlar beni aradılar. Artık bana ihtiyacın olmadığını, oğlunla yaşamaya karar verdiğini söylediler. Evle ilgili bir şey duymak seni üzdüğünden burayı aramamı istemediler."
"Gelin hanımın sesi öyle buz gibiydi ki ben de cesaret edip arayamadım... Ama memlekete dönmeden elini öpüp helallik almak istedim senden, bana az büyüklük etmediniz... Sen de, Münire Teyze de."
Gözyaşları ip gibi süzülüyordu tombul yanaklarından.
"Keşke yıkılmasına izin vermeseydin köşkün... Vallahi sana evladın gibi bakardım ben."
Ekrem Amca'nın yüzü kül gibi oldu.
"Ne köşkü, ne yıkılması..." diye kekeledi.
Halil ve Saliha Abla şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.
"Yıkılmasına izin vermişsin ya Ekrem Amca... Köşkün yerine on beş katlı bir apartman dikeceklermiş. Senin oğlan sık sık geliyor, hatta Bursa'dan kızınla damadın da geldi geçenlerde."
Ekrem Amca dokunsan yıkılacak durumdaydı. Bir süre hiç sesini çıkarmadan bekledi. Sonra odasına uğrayıp giyindi, beni kutuma koydu ve ayni buraya geldiğimiz gibi bir elinde ben, bir elinde kuş kafesi kapıda dikildi. "Hadi, beni de götürün, evimi görmek istiyorum" dedi.
Yol boyunca hiç konuşmadı. Halil ve Saliha kaçamak bakışlarla ona bakıyor, sonra da söylediklerine bin pişman, sıkıntıyla ofluyorlardı.
Neden sonra o bitmeyecekmiş gibi görünen yol bitti ve araba köşkün önünde durdu. Ekrem Amca arabadan indi ve köşke baktı uzun uzun. Kapıları ve pencereleri sökülmüştü.
Eski lavabolar, camları kırılmış çerçeveler bahçenin bir kenarına atılmıştı. Tam iki adım atmıştı ki kalakaldı... Dudaklarından cılız bir feryat döküldü. Bahçenin arkalarına atılmış iki koltuk, yayları fırlamış, soluk kadife yüzleri yırtılmış, kir içinde üst üste duruyordu.
Uzun uzun baktı Ekrem Amca. Omuzlarının sarsıldığını görüyor, sessizliğin içinden usul usul burun çekişlerini duyuyorduk.
Kıpkırmızı, ıslak gözlerle geri döndüğünde Halil'e dönerek bizi işaret etti: "Bunları da alıp senin dükkâna gidin, ben biraz daha buralarda oyalanıp geliyorum. Saliha sen de bir çay demle dükkânda, canım çay istedi birden."
Saliha Abla rahatladı, sevindi.
"Hemen Ekrem Amcacığım, istediğin çay olsun" diye gülümsedi, "Ama çok oyalanma, üşütürsün sonra."
Araba hemen üç sokak ileride durdu. Bizi hemen içeriye taşıyıp pencere kenarına yerleştirdiler. Saliha Abla, "Ah yavrularım, ah kızlarım, sizi bile nasıl özledim ben, bir bilseniz!" diye konuşuyordu durmadan.
"Ben pastaneden su böreği alayım, çayın yanında iyi olur" diyerek çıktı Halil.
Çırağı bir müşteriye sakal tıraşı yaptı... Halil'in getirdiği börekler plastik bir tabağa kondu... Bir delikanlı saçını yıkattı gitti... Dükkân boşaldı. Çayın mis kokusu her tarafı sardı. Bir süre sonra koku acılaştı ama Ekrem Amca gelmedi. Halil dayanamayıp köşke gitti ama çok geçmeden asık ve tedirgin bir suratla geri döndü.
Ekrem Amca görünürlerde yoktu.
Saatlerce bekledik... Bekledik..
Ama onu bir daha görenimiz olmadı.