Yıllar yıllar önce, İstanbul'dan göçme, İsviçre'de yaşayan dostumuz Alexander Niklan'ın davetlisi olarak, Sevgili Mudo ile (Mustafa Taviloğlu) St. Tropez'ye gitmiştik. Dünyanın en ünlü turizm merkeziydi.. Tabii oraya yerleşen Brigitte Bardot sayesinde.. Uzun uzun yazmıştım o zaman köşemde..
Şimdi bir iki şeyi özetlemek istiyorum, "Turizm" deyince hemen tüm dünyada ilk akla gelen bu sahil kasabasından..
Nice'e indik, uçakla.. Ordan, Niklan bir araba yollamış, karşıladılar bizi.. Daracık dağ yolundan dolan Allah dolan. Saatler sürdü. Oysa Nice'den ters tarafa, yani Monaco/Monte Carlo'ya doğru harika bir otoban var. Daha uzun mesafe, bir saat sürmüyor..
Bir gece Niklan yemek verdi, kasabanın lüks restoranında. Michelin Yıldızlı.. Orada Belediye Başkanı ile tanıştığımızda, hemen bunu sordum..
"Dünyaca ünlü bir turizm merkezinin böyle rezil yolu olur mu?. Nasıl razı oluyorsunuz?."
Tebessüm etti, başkan..
"Biz Nice'den otobüs, dolmuşla, otostopla gelen turist istemiyoruz ki.. O zaman sokaklarımız uyku tulumu sermiş uyuyanlardan yürünmez hale gelir. St. Tropez'ye, helikopteri ya da de luxe yatı, teknesi olanlar gelmeli.. Limanı gördünüz değil mi?. O limana bağlanmanın gecesi 5 bin dolar.. Turist bizim için o işte.. Parası olan gelsin, sırtına uyku tulumunu asanlar değil.."
Kasaba sahili kısacık. Plaj milaj yok tabii.. Plaj için St. Tropez'den çıkıyor, batıya gidiyorsunuz. Orada yan yana uzayıp gidiyor ve insan kaynıyor.. Sahil boydan boya plaj.. Plajların arkasında, yan yana uzanmış çadır ya da barakalar var.. Buralarda en ünlü markaların dükkânları, yazlık plajlık giyim eşyaları satıyor.. Gucci, Dior, ne varsa.. Sanırsınız Paris oraya taşınmış.. Öğleden sonra, akşam üzerine doğru, bu dükkânlar, plajlararası bir de defile yapmazlar mı?. Satışı düşünün. Bu giyim barakalarının arasında, gene bizim 4, 5 yıldızlık restoranlar var, her türlüsünden. Fransız, İtalyan, İspanyol, Rus, Meksika.. Ne istersen ye.. Hele denizden aç kurt gibi çıkmışsan, sıkıysa yeme.. Tabii kafeler ve pastaneler de dolu.. O plaj şeridine girdiğimiz andan, çıkana dek, Fransızlar geleni, bu arada bizi (Tabii daha çok Niklan'ı) soymak için neler neler düşünmüş, planlamışlar.. Onun için bitli turist değil, dolar milyoneri istiyor herifler..
Şehirdeki limanda dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü kafesi var. 200 yıllık. Kurabiyeleriyle ünlü.. Le Senequier.. Bir gün kan ter içinde oturduk. Bir su istedim, soğuk.. Geldi.. Parasıyla, İstanbul'un en pahalı lokantasında, iyi bir şarap içersin.. "Bu paraya su olur mu?" dedim garsona.. "Olmasa, sen bu masayı boş bulabilir miydin" dedi.
Pazarı öyle bir sunmuşlar ki dünyaya.. Herkes biliyor, St. Tropez pazarını. Yok canım, patlıcan- biber değil, onlar da var ama, asıl antikaları.. Bitpazarı yani. Bir şey almasan da görmek için değer. Git git bitmiyor.. Dolaşıyoruz.. Bende merak bin ya.. Orta yerde baktım devasa bir ateş yakmışlar.. Üzerine de devasa bir kazan oturtmuşlar.. Aslında İspanyollara mahsus, dünyaca ünlü Akdeniz pilavı.. Paella pilavı.. Tabii deniz mahsulleriyle.. Biz dolaşıyoruz, şefler nöbetleşe, kürekten büyük bir kaşıkla karıştırıyorlar.. İçi deniz mahsulü dolu.. Istakoz, yengeç, karides, balık.. Aklınıza ne gelirse.. Saatler süren bir şov, her hafta pazarın ortasında o pilavı pişirmek.. O zaman da, benim gibi deniz mahsullerini sevmeyen biri bile bir porsiyon alıyor, plastik tabak ve çatal, kaşık, bıçakla..
St. Tropez'de bedava tek şey, pazar sabahı o muhteşem koroyu dinlemek için girdiğim kilise ve ayindi. Anlayın her ama her şey, nasıl gelenin cebini boşaltma esasına göre planlanmış..
O zaman da zengin turist gelecek.
O zaman da "Tatilde St. Tropez'deydim" en güzel hava atma cümlesi olacak..
Bunun ne demek olduğunu, yıllar yıllar sonra, Antalya sahillerinde dünyada benzerini görmediğim kadar lüks bir tatil köyünün baş yöneticisi, sahibinden öğrendim..
"Buraya niye Avrupa'nın, dünyanın zenginleri gelmiyor?" dedim.. "Şu güzelliğe, konfora, keyfe bak!."
"Mesela Opel'in patronu, buraya, işçisi, bekçisi ile ayni otelde kalmaya gelir mi?" dedi..
Bu lafı yarın açacağım, Sayın Bakanım ve sevgili okurlar.. Siz bir gecelik düşünün.. Hele Türk Rivierası'nın, on kat taş çıkartacağı Fransız Rivierası yanında nasıl ve niçin nerdeyse bedava olduğunu ve bedava olunca da kimlerin gelip kimlerin adım atmayacaklarını, hele bir düşünün..
***
GÜZEL GAZETE YAPMAK VE DE YAPMAMAK!..
Pazar günü, gazeteleri okumaya doyamadığımı yazdım, dün.. Cem Sancar'ı örnek verip "Dahası yarına" dedim.. Ama sabah gazetemde gene bir "Harika" gördüm.. Haber bu defa..
Pazartesi akşamı sinemaya gitmiştim. Bizim meslek üzerine bir Wes Anderson filmi.. "Fransız Postası.." Pek çok dünya eleştirmeni, "Gazetecilere selam çakmış" diye yazdı. 100 veren tonla sinema yazarı var, 25 veren de.. Tonla Oscar almış yıldız da oynuyor.. Hadi gitme bakalım.. Iıı.. Ihhh!. Beni sarmadı. 50 falan veririm en çok. Oscarlı oyuncuların birkaçını da kaçırdım.. Neyse.. Eve geldiğimde Göztepe-Gaziantep maçının bitmesine 25 dakika vardı. Bitti. Göztepe 2-1 kazandı ve ekrana İzmir'in genç kalecisi İrfan Can geldi.. Ağlıyordu. Arkadaşları da koşup koşup ona sarılıyorlardı.
Bir şey olmuştu mutlak.. Ama ne?.
Sabah gazeteme spor sayfasından başladım.. Muhteşem bir hikâyeydi. Haber hikâyesi.. Birinci sayfadan verilecek, sporda manşet yapılacak, resimleriyle bal badem yazılacak ve okutulacak haber hikâyesi.. Çok ender bulunur bir "gazetecilik" imkânı..
İrfan Can evliydi ve eşi 5.5 haftalık hamileydi. Karı-koca heyecanla ilk bebeklerini kucaklarına almak için sabırsızlanıyorlardı. Tam maç öncesi İrfan Can'a kara haber geldi. Eşi bebeğini düşürmüştü. İrfan maçtan sonra, "Oynayacak halim kalmamıştı. Oynamayacaktım. Ama eşim 'Bebeğimiz için oyna' dedi. Antep'in 3 topu direkten döndü. Kaleyi bebeğimizin koruduğunu düşünüyorum" dedi..
Şimdi bu olağanüstü bir spor ve insanlık öyküsü değil mi?. İrfan'ın eşinin resimleri, sözleri, o bebeğin kurtardığı direk sahneleriyle koca bir sayfa yapmak ve sporu sevsin, sevmesin herkesi içine düşürmek çok mu zor?.
Hayır.. 17'nci sayfada yarım sütun.. Topu topu 100 kelimelik bir çok kısa ve çok kuru haber. Üstelik dişi.. Kimsenin umurunda değil ki, haberin, yazının okunması.. Orada bir leke istiyor tasarımcı Tayfun kardeşim.. Gazete bakılmak için. Okunmak için değil ki?. Ertesi gün soran da yok zaten.. "Bu okunmaz dişi yazıyı neden kullandın" diye.. Salla gitsin.. Nefret ettim dişi yazıdan.. Benim sayfada da bazen resimaltlarını böyle okunmaz yapıyorlar.. Çare bulamıyorum. Her gazete böyle.. "Sayfaya bak be.. Ne güzel" değil mi?."
"Güzel de okunmuyor.." Peki "Okunması" kimin umurunda Allah rızası için soruyorum..
Açın da New York Times'a bakın.. Hem kâğıtta, hem dijitalde rekor kırıyor. Bakıldığı değil, okunduğu için..
İrfan Can'ı geçin.. Fener, Beşiktaş, Galatasaray dururken, Göztepe-Antep maçı için gazetede nöbetçi bıraktıklarına, o maçı 1.5 sütuna üç satır verdiklerine şükredin.. Aslında 2 sütun ayırmışlar, giderken de. Nöbetçi arkadaş İrfan Can'ı yarım sütun yapınca, eksilmiş, Göztepe maçı.
Söyleyin bana bu gazeteyi, bu gazeteleri niye okusun millet..
Pazartesi günü Levent Tüzemen, liderin 16 puan gerisinde kalan ve tarihinin en kötü Süper Lig 15 haftasını yaşayan Galatasaray'ı eleştiren yazısına, "Terim'den vazgeçin, her şey düzelsin" başlığı atmıştı.
"Vay be!" dedim.. "Arayıp kutlayayım.. Hem gerçeği böyle apaçık gördüğü hem de gördüğünü yazmaya cesaret ettiği için.."
Sonra yazıyı okudum. Meğer ironi yapıyormuş. Meğer TFF, MHK üzerinden Galatasaray'a savaş açmış ve şu mesajı vermiş.. "Terim'den vazgeçin, her şey düzelsin.."
Yahu Levent, Federasyon'un ve MHK'nın Terim'e savaş açması ve onun kovulmasını istemesi için bir, tek bir sebep söyle!. Böyle bir niyetleri olsa, hem de mükerrer suçtan Terim'e sezon boyu ceza verme imkânları varken, hep en azıyla geçiştirirler mi?. Gerzek mi bunlar?.
Nedir bu sendeki ve genelde medyadaki Terim aşkının sebebi?. Ya da.. Ya da..
"Terim'siz maçlarda 44 puan kaybedildi.." diye ısmarlama başlıklar her gazetede. Yani "Terim olmayınca olmuyor" algısı yaratacaklar akıllarınca.. Peki yazsanıza Terim'li maçlarda kaç puan kaybedildi?.
Terim'siz maçlarda puan kaybediliyorsa, kabahat kimin.. Cart curt ona buna hakaret eden Terim'de mi?.
O yoksa, takımı yönetmekten acizleri yardımcı diye yanına ben mi tayin ediyorum?. O ekibi kendi seçmiyor mu?. Derwall, Denizli'yi, Piontek Terim'i yoktan var etti.. Bu ikisi kimi kazandırdılar hoca olarak, peki?.
Şimdi bir de Şenol Güneş ve Aykut Kocaman kampanyaları başladı. Bu ikisini Milli Takım başta, Fener'e ve Beşiktaş'a pazarlamak istiyor, Türk spor medyası..
Nedir bu?. Spor sayfalarımız menecerlerle ortak mı çalışıyor?. Ayıp, utanma kalmadı mı?.
Alın size güzel yazı!.
Hâlim olursa, hâl bırakırlarsa, o güzel pazarı gene özetleyeceğim hiç değilse.. Yarın!.
***
İKİ DEĞERLİ ÖDÜL!..
Bu ülkede ödüller alanı değil, alan ödülü değerlendirir oldu, önüne gelen Allah'ın günü ödül dağıtırken. Ödül alan basın ve yayın kurumları haber yapınca "Vay bizim gurup şu kadar aldı" diye, ödül veren, on paralık plaketlerle, milyon santim sütunluk ve dakikalık reklamı bedava yaptırıyor ya..
Onları yazarken, iki ödülü ayırmıştım. İşte onlar..
Birincisi Etem Çalışkan.. Mesleğe birlikte başladık sayılır.. "Tembel Etem" derdim ben. Gazetenin bütün köşe ve tefrika başlıklarını o çizer yazardı.
Yönetim "hamle" yapmaya karar verdi mi, önce bütün bu başlıklar değişirdi. Hamle, Etem'in başına yıkılırdı yani..
Etem Çalışkan, 2021 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü'nü kazandı bu yıl, kaligrafi dalında..
Latin harfleriyle Hattat Etem'in nihayet hatırlanması (93 yaşında) ve bu çok anlamlı ödülü alması beni nasıl mutlu etti..
Tam üç sene, Atatürk'ün iki ciltlik Nutuk adlı eserini, bir hattat olarak elle yazdı. Eserleri, hele Atatürk üzerine olanları anlatmakla bitmez.
Bu ödülü almayı Etem kadar hak eden çok az kişi var, dünyada.. Onun 1961'den beri, yani tam 60 yıllık arkadaşı olmak bana nasıl gurur veriyor anlatamam.. Dostu olmaktan gurur duyduğum biri daha.. Cihat Aşkın..
Sevda-Cenap And Vakfı (SCA), sanat konusunda bayağı önemli ve ciddi bir kurumdur. Bu vakıf da 2021 Onur Ödülü'nü Cihat Aşkın'a sunmuş..
Harika.. Mustafa Kemal, 1934 yılı Meclis'i açış nutkunda müzik konusunda şöyle demişti..
"...Güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak burada en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikîsidir. Bir ulusun yeni değişikliğine ölçü, musikîde değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bu gün dinletilmeye yeltenilen musikî yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu yüzeyde Türk Ulusal Musikîsi yükselebilir, evrensel musikîde yerini alabilir. (Hakimiyet-i Milliye, 2 Kasım 1934)"
Cihat Aşkın, Büyük Lider'in ne demek istediğini en iyi anlayan, doğru ve güzel yerine getiren adamdır. Sadece kendi yarattığı "Türk Minyatürleri" gibi eserler değil, yetiştirdiği, yönettiği gençlerle de Anadolu'nun yüksek deyiş ve söyleyişlerini, genel son musiki kurallarına göre işleyen ve işleyecekleri yetiştiren emsalsiz bir değerdir.
Yurtiçi, dışı sayısız ödül aldı. Hepsi değerli, hepsi güzel.. Hepsine de layık..
SCA'ya teşekkür, Sevgili Cihat Aşkın dostuma da, alkışlarımla tebrikler..
***
TEBESSÜM
Karı-koca pek geçinemiyorlardı. Koca, kaba saba bir adamdı ve karısını her fırsatta aldatıyordu.
Bir gün karısı öldü ve kendisini cennetin kapısında buldu. Anneannesi de orada bekliyordu.
"Bu kapıdan geçmem için ne yapmam lazım anneanne?" diye sordu.
"Çok basit" dedi, "Bir kelimenin harflerini say yeter!."
"Nedir o kelime?" diye sordu, kadın..
"Aşk" dedi, anneanne.
İki saniye sonra kadın cennetteydi.
Aradan yıllar ve birkaç evlilik sonra, koca da öldü ve cennetin kapısına geldi.
Orada ilk karısı bekliyordu.
"Bu kapıdan geçmem için ne yapmam lazım?" diye sordu, eski eşine.
"Çok basit" dedi, kadın.
Bir kelimenin harflerini say yeter!."
"Nedir o kelime?" diye sordu, adam.. Kadın cevap verdi..
"Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?."
***
SEVDİĞİM LAFLAR
Dengeli diyet, her elinde birer tane çikolatalı kurabiye tutmaktır. Barbara Johnson