Puccini'nin Tosca Operası'ndaki Cavaradossi'nin "e Lucevan le stelle" şarkısı, Mustafa Kemal'in en sevdiği opera aryasıydı. Türkiye'de operanın kurulmasına, belki de bu arya sebep olmuştu. İşte o aryayı şimdi, dünyaca ünlü tenorumuz Murat Karahan, dünyanın en ünlü operası Moskova Bolşoy'un sahnesinde söyleyecekti. Murat giderken telefon etti.
"Hıncal Ağbi" dedi, "Cavaradossi'nin aryasını, dünya operasının merkezinde Mustafa Kemal Atatürk için söyleyeceğim. Biz belki de bu arya sayesinde bugün buralardayız!"
"Orada olmayı, seni Mustafa Kemal'in aryasını söylerken dinlemeyi çok isterdim. Ama gelmem imkânsız" dedim. Demekle kalmadım, bir şımarıklık yaptım, çok sevdiğim İsmet Ağabeyimin (Sezgin) yeğenine.. "Benim için de söyle" dedim..
Birkaç gün sonra dostum, köşemizin yazarı, Frankfurt'ta yaşayan Dr. Erdoğan Karatay telefon etti..
"Moskova'ya gidiyorum.. Murat'ı ve Cavaradossi'nin aryasını dinlemek için" dedi.. İçim, Erdoğan ve eşi Esra için sevinç, kendim için kıskançlıkla doldu.. Ve beklemeye başladım.. Sonunda Erdoğan'dan yazı geldi, maille. Yanında kendi çektiği ve derlediği fotoğraflarla..
Türk kültür ve sanatı adına, Mustafa Kemal adına bu tarihi geceyi ve anlamını öyle güzel anlatmıştı ki Erdoğan, sayfanın tamamını, "Puccini, Bolşoy, Murat Karahan, Tosca... Ve Mustafa Kemal"e ayırdım!.
İşte Erdoğan'ın doyumsuz yazısı..
***
İtalya kadar tarihine sahip çıkan bir ülke daha yok bana göre dünyada! Bu ülkenin her köşesini defalarca görmüş ve bu İtalya'ya hayran biri olarak, yıllar önce
Pisa'dan çıkıp
Lucca diye ufak bir kente gitmiştim,
Toscana bölgesinde. Ortaçağdan kalma, tarihi surlarla çevrili çok sevimli bir kent.
(Ülkenin her yerinde olduğu gibi Lucca'da da insan kendini ortaçağda zannediyor, modern yaşam tarihle o kadar güzel kombine edilmiş ki, her İtalya seyahatim ayrı bir güzellik olmuştur benim için.) Lucca'da dolaşırken sandalye üzerine keyifle oturmuş bir adam heykeli dikkatimi çekti. Yaklaşınca bunun, ünlü İtalyan besteci
Giacomo Puccini'nin heykeli olduğunu gördüm, üstelik heykelin arkasındaki ev de onun doğup büyüdüğü evdi, müzeye çevrilmiş.
Lise yıllarından itibaren klasik müziğe ve dolayısıyla operaya meraklı biri olarak Puccini'yi bilmemem mümkün değildi.
Hemen bir bilet alıp büyük bir heyecanla girdim müzeye, 1858'de doğmuş olan Puccini'yi hayal ettim evin içinde. Onu piyano çalarken hayal ettim ya da kendisi gibi bir müzisyen ve besteci olan babasını dinlerken.
Şüphesiz çok büyük bir kabiliyetti, ancak en büyük şansı, ailesinin beş kuşaktır müzikle uğraşması ve onun bu yeteneğini teşvik etmesiydi. Beş yaşındayken babasını kaybedince, bütün yük, diğer altı kardeşiyle birlikte annesinin üzerine binmişti.
Hiç kolay bir çocuk değildi Giacomo, okulda da hiç iyi notlar almıyordu. Müzikal yeteneğine hiç ama hiç güvenmeyen amcası, ölmüş olan babasının,
"Giacomo mutlaka kilisede müzisyen olsun!" şeklindeki vasiyeti üzerine onun müzik eğitimini istemeyerek de olsa üstlendi.
Giacomo Puccini org çalmayı öğrenerek, on dört yaşında kilisede işe başladı. Bunun dışında da çeşitli gösterilerde piyano çalarak aile bütçesine katkıda bulunuyordu.
On sekiz yaşına geldiğinde hayatını değiştirecek bir olay yaşadı Puccini. Yakınlardaki Pisa şehrinde, büyük üstat
Verdi'nin ünlü Aida operasını izlemeye gitti ve o günden sonra opera bestecisi olmaya karar verdi.
1880'de Milano'daki konservatuvarda, zengin amcasının desteği ve müziği çok seven İtalya Kraliçesi
Margherita'nın verdiği bursla eğitimine başladı.
O günden sonra operalar sırayla gelmeye başladı.
(Parantezi bu defa açan ben Hıncal. Bilgiçlik yapmasam olmaz. Kraliçe bir sabah ahçısına "Bana çok özel, yeni bir şey yap" dedi. Ahçı da mozzarella peyniri, domates salçası ve taze fesleğen yaprağı kullanarak, İtalyan bayrağının renkleri, kırmızı, beyaz ve yeşil renkli, bugün dünyada en çok satılan, en çok yenen ve adı her yerde "Margarita" olan en kolay pizza türünü icat etti. Adını da Kraliçe'den aldı tabii..) Puccini bestelerinde, diğer ünlü besteciler gibi romantizmi değil, hayatın gerçeklerini sahneye koydu, muhteşem aryalar besteledi, Nessun Dorma gibi, E LUCEVAN LE STELLE gibi. Ve bir sürü ünlü kadın yarattı, sahnede hep acı çeken.. Mimi gibi, Madam Butterfly gibi, Manon gibi, Turandot gibi ve..
TOSCA gibi!
***
Yıl 1776. Kraliçe
2. Katerina, Moskova'daki bütün sahne sanatlarının düzenleme ve sahneye koyma iznini Prens
Pjotr Urussov'a verir. Prens de ilk gösterilerde kendi akrabalarını kullanır oyuncu olarak. Önceleri kendi özel binasında oynatır bu oyunları. Ancak 1780 yılında, Moskova'nın merkezindeki bataklık bir bölgede, yani şimdiki yerinde, tahta kazıklar üzerinde yükselir o zamanki adıyla
Petrovski Tiyatrosu.
18. yüzyıl boyunca sadece Rus bestecilerin operaları sergilenir, tabii dram ve bale de.
1805'te yanan bina, ancak yirmi yıl sonra yeniden yapılır ve o zaman
Bolşoy Tiyatrosu, yani
"Büyük" tiyatro adını alır ve onlarca eserin sergilenmesine ev sahipliği yapar. 1853 yılında tekrar yanana kadar.
İtalyan mimar
Alberto Camillo Cavos, bugün gördüğümüz binayı yapar. Ufak tefek değişiklikler yapılarak devam etti. Sovyetler Birliği zamanında, parti kongrelerinin de yapıldığı bu, dünyanın en ünlü opera binalarının başında gelen muhteşem eser, 2. Dünya Savaşı'nda giriş bölümü Alman uçakları tarafından bombalandı. Savaştan sonra hemen toparlandı. Ama 2005'te artık iyice eskimiş ve tehlikeli olmaya başlamıştı. Kapandı, tam 6 sene.. 2011'de yeniden açıldığında 668 milyon dolar harcandığı açıklandı. Moscow Times, gerçek maliyetin bunun iki misli olduğunu yazdı..
1800 seyirci kapasiteli Bolşoy Tiyatrosu, şimdi dimdik ayakta..
***
Ve
Murat Karahan, dünyaca ünlü sanatçımız.
Dünyanın en ünlü opera sahnelerinde, hem de başrollerde ülkemizi başarıyla temsil eden tenorumuz..
Ankara'da doğan, ilk, orta ve lise eğitimini başkentte tamamlayan Murat Karahan, Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi'ni bitirdi. Dünyanın birçok yerinde, çeşitli operalarda başrollerde oynadı, ayrıca dünya çapında birçok ödül kazandı.
2018 yılından beri aynı zamanda, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü görevini yürütüyor..
***
Murat Karahan'ı dünyanın çeşitli sahnelerinde, özellikle
Arena di Verona'da defalarca izlemiştim. (Dünyanın en büyük Opera Festivali Arena di Verona bu yaz 4 opera oynadı. Tümünün biletleri aylarca önce bitti. Dördünde de
başrolü Murat Karahan seslendirdi. Daha önce Moskova'ya hiç gitmemiş olan ben, onun Bolşoy'da, Tosca'da
Mario Cavaradossi rolünde sahneye çıkacağını öğrenince, bu şehri görme zamanının geldiğine karar verdim. Hemen opera biletlerini alıp, seyahat planları yapmaya başlayacaktım.
Ancak biletlerin çok kısa sürede tükendiğini öğrendim üzülerek. Hiçbir şansım kalmamıştı.
Rusya'da yaşayan bir arkadaşım sayesinde iki bilet bulunca, dünyalar benim oldu..
Moskova büyüleyici bir kent, tarihiyle, sanat eserleriyle, tarihi yapılarıyla ve tabii Kızıl Meydan'ıyla.
Kızıl Meydan'ın aslında kırmızı veya kızıl değil, güzel meydan anlamına geldiğini de öğrenmiş olduk.
Rusça'da
"krasnoye" kelimesinin, hem kırmızı hem de güzel anlamına geldiğini Rus rehberimizden duyunca oldukça şaşırdık.
Nihayet başlama saati geldi ve biz Bolşoy'daydık, Murat'ı bir kez daha izleyip bir kez daha gururlanmaya hazırdık.
Bütün sanatçılar harikaydı, tabii Murat da. Mario Cavaradossi'yi oynuyordu, başroldeydi yine o muhteşem sesi, fiziği ve oyunculuk gücüyle.
Ve en çok beklediğimiz an geldi, üçüncü perdenin başı. Cavaradossi'nin, infaz edilmeden önce, Tosca'yı ve biraz sonra sona erecek kısa hayatını düşünürken söylediği o çok ünlü arya:
"E lucevan de stelle", yani
"ve yıldızlar parlıyordu".
"Parlardı yıldızlar
ve mis kokardı toprak,
Gıcırdardı kapısı bahçenin
ve bir ayak sesi gelirdi topraktan.
O gelirdi, mis kokusuyla,
kollarımın arasına düşerdi..
Ah, tatlı öpüşler, yumuşak
okşayışlar..
Heyecandan titrerken ben
güzelliklerin örtüsü açılırdı!
Sonsuza dek kayboluyor aşk hayalim...
Zaman uçtu gitti..
Bense ölüyorum, çaresiz!
Hayatı hiç bu kadar sevmemiştim!"
Ben Murat'ı izlerken Bolşoy'da değildim..
Moskova'da değildim.
Rusya'da değildim.
Ben..
Ankara'daydım, 1935-1936 yıllarında, Yeni Köşk'te!
Atatürk, masada oturuyor, ben de onun arkasında bir sandalyeye kıvrılmış merakla onu izliyordum. Devlet Konservatuvarı öğretmenlerinden
Prof. Necdet Remzi Atak, karşısındaydı Ulu Önder'in.
Onun anlattığı gibi:
"Atatürk'ün çok içli bir akşamıydı. Bize Tosca Operası'nı Avrupa'da hangi koşullar altında dinlediğinden, o zamanki dünya durumundan, kuşkularından, zevklerinden uzun uzun bahsetti. Bir şeye içleniyordu. Çok içleniyordu ve çok içli bir akşamdı.
Tosca Operası'ndan Cavaradossi'nin ünlü aryasını birçok kez benden istemiş olduğu için hazırlıklıydım. Hatta bir yanlış yapmayayım diye aryanın notalarını bile yazmıştım ve cebimde bulunduruyordum. O gece de biliyordum ki sıra tekrar Tosca'ya gelecek. Adeta bekliyordum. Nihayet bana döndü,
'Çal bakalım şu Tosca'yı' dedi. Ben notayı çıkarttım,
'Hayır hayır, öyle değil, notayı bırak, notasız çal' dedi. Notayı bıraktım, gözlerimi kapadım, konsantre oldum, başladım çalmaya. Bir iki nota çalmıştım ki,
'Hayır hayır, olmadı, bana dön, bana çal, benim gözlerime bak öyle çal' dedi. Kendisine döndüm. Masada oturuyordu. Ona dönerek çalmaya başladım.
'Gene olmadı, bana daha yaklaş' dedi. Yaklaştım, çok yaklaştım. Belliydi ki çok uzak bir anısının içine gömülmek istiyor ve içinden çok eski zamanlara ait bir şeyler taşıyor, fışkırıyor, fışkırıyordu... En sonunda,
'Kemanın sapını omzuma dayayacaksın ve öyle çalacaksın' dedi. Bir an için gözünüzün önüne getirin; tarihimizde yaşamış, yaşayacak en büyük Türk, bir sanatçıya
'Kemanının sapını omzuma daya ve o vaziyette en sevdiğim melodiyi çal' diyor. Ben artık ibadet eder gibi, huşu içinde Cavaradossi'nin aryasını çalmaya başladım. Atatürk, gözleri kapalı, biraz madeni ahenkli, biraz kısık, çok tatlı, çok manalı sesiyle melodiyi söylerken gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Aryayı belki on beş kez tekrarladım.."
***
Tekrar Bolşoy'a döndüğümde, gözlerimin nemlendiğini fark ettim. Atatürk'ün bu en sevdiği, opera dünyasının belki de en güzel aryasını Atatürk'ün sanatçısı, Cumhuriyet sanatçısı Murat Karahan müthiş söylüyordu.
Opera bittiğinde, hepimiz ayaktaydık, bütün salon!
Sanatçıları, tabii Murat'ı ellerimiz acıyana kadar çılgınca alkışladık dakikalarca.
Bu gururu bize yaşatan Murat Karahan'la bir kez daha gurur duyduk.
Orada olmak gerçekten ayrıcalıktı ve biz o ayrıcalığı yaşayan mutlu insanlar arasındaydık!