"Katalin Kariko ismini daha önce duydun mu" dedi, Dr. Erdoğan Karatay dostum, Frankfurt'tan aradığında.. "Oysa o kadar önemli bir bilim insanı ki!. Hele de Kovid savaşındaki rolüyle.."
"O zaman yaz" dedim.. "Yaz ki, hepimiz öğrenelim.." Kliniğinde, günde ortalama 14-15 saat çalışıyor.. Dinlenmek değil, sadece birkaç bişey atıştırmaya ve ertesi güne dinç başlamak için uyumaya ihtiyacı var. Ama isteğimi ikiletmedi.. Yazdı..
Ben de aldım, bu tatil gününe koydum işte..
*
Katalin Kariko hiçbir zaman başkaları ne düşünür, ne yapar konusuna takılmadı ve biz bugün ona çok şey borçluyuz.
Biraz Madam Curie'yi (Marie Curie) andırdığını söyleyebiliriz, hani radyoaktiviteyi bulup Nobel Ödülü'nü alan (Hem de Fizik ve Kimya dalında ayrı ayrı) ilk kadın.
Katalin Kariko, 1955 yılında, yani Madam Curie'den 88 yıl sonra Macaristan'da dünyaya geliyor. Küçük bir kızken zamanının büyük bir bölümünü kasap olan babasının dükkânında geçiriyor.. Kesilen hayvanların kalp, akciğer, pankreas gibi "sakatat" dediğimiz organlarını inceliyor.
Onun bu araştırma arzusu ve merakı o kadar büyüyor ki, sonunda Katalin Kariko'yu Szeged Üniversitesi'ne taşıyor.
Burada günlerini, ilerde bir gün tıp alanında büyük bir atılım olacağına inandığı, birçok hastalığın tedavisinde de devrim yaratacağını düşündüğü bir biyomoleküle adıyor, bu molekülün adını artık herkes biliyor..
RNA yani Ribo Nükleik Asit. İnsan vücudunun yapısında çok önemli bir yer tutan proteinlerin yapım planlarını elinde tutan, bu planları hücrelere yollayıp orada proteinlerin, yani insan vücudunun temel maddesinin inşasının tam istediği gibi yapılmasını sağlayan RNA!.
Kariko'nun büyük hayali, günün birinde bu yapı planlarını vücut dışında inşa edip, istenen proteinlerin vücutta yapılmasını, örneğin ölmüş olan kalp kasının yeniden inşası için üreme faktörleri ya da enfeksiyonlara karşı antikor oluşmasını sağlamak.
YANİ BUGÜN KOVİD-19 AŞISI YAPIMINDA KULLANILAN mRNA TEKNOLOJİSİ, işte bu!
Bu seviyeye gelebilmek için öncelikle bu molekülü çok iyi tanıması gerekiyordu, bu uğurda yıllarca çalışması gerekti Kariko'nun. Bu çok pahalı araştırmanın maddi yükü de ayrı bir sorun oldu, Szeged Üniversitesi, araştırma bütçesini kesince, 1985 yılında kocası ve 2.5 yaşındaki kızıyla Amerika'ya gitme kararı verdi. Arabasını karaborsada bin 200 dolara satıp, parayı kızının oyuncak ayısının içine sakladı ve Amerika'nın doğu kıyısına kapağı attılar.
Önce Philadelphia, ardından Pennsylvania Üniversitesi'nde çalışmalarına devam etti.
Meslektaşlarının büyük çoğunluğu için, araştırdığı şey delilikti ve boşuna zaman kaybıydı. Yani, dışarda, savaşılacak nesnenin, örneğin bir virüsün küçük bir parçasının yapım planları insan vücuduna verilecek, orada yapımı sağlanacak ve vücut bu düşmana karşı hemen savunma reaksiyonu, antikor oluşturacaktı.
Peki bu nasıl olacaktı, insan vücuduna dışardan bu yabancı maddeyi verip nasıl kabul ettirecekti?
Kimse ama kimse buna inanmadı. Defalarca denenip başarılamaması da bu inanmayanları haklı çıkarıyor gibiydi sanki. Her seferinde bu 'yabancı madde' vücudun savunma sistemi tarafından daha hücrelere varamadan yok ediliyordu.
Katalin Kariko yenik ayrılıyordu her denemeden. Artık üniversiteler bu umutsuz araştırmaya para yatırmak da istemiyordu. Hatta Pennsylvania Üniversitesi, bu araştırmaya devam edecekse, profesör kadrosunun elinden alınacağını söylüyordu.
Kariko inanmaktan vazgeçmedi, profesör kadrosunu terk etti, maaşı azaldı.
Zaman zaman ümitsizliğe kapılsa da, inancından vazgeçmedi, 16 yaşından beri kendini adadığı bu davada sonuca varacağını düşünüyordu. Her başarısız deneyinden sonra kendisine hep "Neyi farklı yapmalıyım" diye soruyordu.
1998 yılında, üniversite kampüsünde kendisi gibi mRNA'ya inanan HIV'e karşı aşı geliştirmeye çalışan biyokimyacı Drew Weisman'a rastlaması araştırmanın gidişatını değiştirdi. Aynı laboratuvarda çalışıp sürekli fikirlerini ve sonuçlarını paylaştılar. Sonunda problemin ne olduğunu da buldular..
Problemi yaratan mRNA'daki dört molekülden biriydi. Bu molekül vücuda girdiğinde savunma sistemi hemen harekete geçiyor ve her şeyi mahvediyordu.
2005 yılında, bunun yerine, aynı görevi görecek, ancak vücutta problem yaratmayacak yalancı bir protein üretmeyi başardılar.
Bu teknoloji hemen alıcı buldu. Ancak..
Üniversite, bu buluşun patentini bir biyoteknoloji firmasına sattı, oysa bu patent, bulucularına verilmeliydi. Sonuçta bu teknolojiyi bulanlar en fazla bilgi ve deneyime sahipti.
mRNA teknolojisine en az Kariko kadar inanan ve onu çok takdir eden biri daha vardı.. Kanadalı hücre biyolojisi uzmanı Derick Rossi.. O zamanlar Standford Üniversitesi'nde önemli bir konumdaydı, teknolojiye sahip çıktı, büyük destek alarak bunu ilerletti.
Kendisi şu an Alman BioNTech firmasının en büyük rakibi MODERNA şirketinin kurucularından birisi olarak görevine devam ediyor. Moderna'nın KOVİD-19 aşısı şu an kullanımda..
Katalin Kariko'ya ne olduğunu merak ediyorsunuz tabii.
2013 yılında Alman BioNTech firmasına katıldı ve bugün kullanımda olan KOVİD- 19 aşısının mucitlerinden birisi.
Kariko, kendisine Nobel ödülünün verilmesini şiddetle savunanların aksine bir ödül beklemediğini söylüyor ve ekliyor:
"Madam Curie'nin dediği gibi, 'Bireyler daha iyi olmadıkça, dünyayı daha iyi bir hale getirebileceğimizi düşünmemeliyiz.' Bu anlamda hepimiz, kendimizi geliştirmeye odaklanmalı ve bize yüklenen görev ve sorumluluğu üstlenip, görev bilinciyle en çok faydamız olacak insanlara yönelmeliyiz."
***
AVRİL'İN 5'İ...
"O da ne" diyenleriniz çoktur bugün.. Ama biz daha çocukken ezberlemiştik tekerlemeyi..
"Kork Avril'in beşinden
Eşeği ayırır eşinden.."
Avril dediğimiz o zaman Anadolu'da kullanılan 3 takvimden biri, Rumi takvimde Nisan ayı. Hicri takvim Arapça yılı kullanır ve mesela "Recep, Şaban, Ramazan" denirdi içinde bulunduğumuz 3 aylara.. Ve Hicri takvimde yıl 355 gün çektiği için, Ramazan ve ardından bizim bin özlem ve hasretle beklediğimiz Şeker Bayramı, her sene 10 gün önce gelirdi. Şeker Bayramı, adı üstünde, pastanenin adının bile olmadığı devirde, şeker, tatlı ve bol harçlık demekti biz çocuklara ve yeni giysiler..
Neyse konum o değil. Rumi takvim, Miladi takvime göre 13 gün kaymalı ama esası ayni Anadolu takvimiydi. Özellikle, kasaba ve köylerde kullanan çoktu.. O takvimde Nisan için "Avril/ Abrul" yazardı. Tam da baharın geldiği, havaların ısındığı ayın beşinde bu tekerleme niye peki?.
O zaman, böyle günlük hatta saatlik meteoroloji açıklayan yok. Olsa da.. Radyo bile yok ki.. Gazeteler üç gün sonra geliyor. Nerden açıklayacak?.
Yılların deneyimi ile önemli iklim olaylarının belli günlere denk geldiğini gören bilim adamlarının belki de yüzyıllar süren deneyimleri sonucunu ve "tekrar" eden olayları okumuş yazmışlar..
Rumi takvimde Nisan'ın 5'i "Fırtına ve çok hızlı sıcaklık düşmesi" demekti. Eğer hazırlıklı olmaz, önlem almazsanız, eşinden ayrılan eşeğin başına gelen, maazallah sizi de çarpabilirdi yani..
İşte o Avril'in beşi, Rumi takvimde yarın.. Benden uyarması.. Avril'in beşini atlattık diye sevinmeyin.. Salı günü de 3 gün sürecek Sitte-i Sevr fırtınaları başlayacak, ayni takvime göre.. Avril 5 kadar müthiş değil ama, gene de tedbirli olmakta yarar var..
***
BİLİYORSUN DEĞİL Mİ, ÖCAL AĞBİM?..
Türkiye Gazetesi ne yazık ki spor yazarlığının son Mohikanlarından Öcal Ağabeyimin haftada üç olan köşesini yazılı gazetede ikiye indirdi. Cuma yazılarını, okumaktan nefret ettiğim dijital medyada yayınlıyor.
Dün, gazetesinde Yalımcan Sarpyel imzalı haberde bir yarım cümleye takılmış, onu yazıyordu..
"Mustafa Cengiz aday olmayacağı kararı verdiğinden.."
Oysa ayni günlerde ağbim Mustafa Başkan'la bizzat konuşmuş. Başkan "Galatasaray'ın anahtarlarını rahatlıkla teslim edeceğim bir başkan adayı görene dek bekleyeceğim. Çıkarsa böyle biri seçime girmeyeceğim. Çıkmazsa gireceğim" demiş ve eklemiş.. "Şu ana kadar çıkan adaylar içinde bana aradığım duyguyu veren yok!."
Şimdi ağbim, Sarpyel'e soruyor..
"Ben bizzat başkanla konuştum. Karar vermemiş.. Sen 'Girmeyeceği öğrenildi' diyorsun. Ama öğrenen ve sana duyuran kim, o yazında yok. O zaman sana bir gazetecilik görevi düşüyor. 'Öğrenilirken sözcüğünün kaynağı olan vatandaş kimdir' sorusunun cevabını bulmak.."
Valla o genç arkadaş bulur mu, bulsa da yazabilir mi bilmem, Öcal Ağbim.. Ama ben kaynağı biliyorum.
Çünkü ayni kaynak bizde de Mehmet Özcan imzasıyla yazıyor..
İşte dünkü SABAH'taki haber..
"Florya'ya telefon açan Başkan, 'Hocam, Belhanda'nın sözleşmesini feshediyoruz. Zaten mayıs ayından sonra kontratını uzatmayacaktık' ifadelerini kullandı.
Fatih Terim ise, 'Mayıstan sonra siz de yoksunuz başkanım' cevabıyla seçimi ima etti. Belhanda kararı, sarı-kırmızılı takımı kötü etkiledi. Kulübe duydukları güveni kaybeden futbolcuların konsantrasyonu dağıldı ve kötü sonuçlar peş peşe geldi.."
Sevgili Öcal Ağabeyim.. İki kişi arasında geçen bir telefon konuşmasını, hem de "Mayıstan sonra siz de yoksunuz" gibi sert bir ifadeyi, o iki kişiden hangisi sızdırır ya da yazdırır sence..
Ya "Belhanda'nın Fatih Terim'in onayı olmadan gönderilmesi, futbolcuların kulübe güvenlerini kaybetmelerine, konsantrasyonlarının dağılmasına sebep oldu ve kötü sonuçlar peş peşe geldi" yorumunu yapacak tek, bir tek gerçek spor yazarı var mı bu ülkede?. Baştan sona Mustafa Cengiz'i yıkmak ve Fatih Terim'i, elinde artık mazeret bile kalmayan Fatih Terim'i güya temize çıkaracak bu cümlelerin arkasında kim varsa, sorunun cevabı da o, Sevgili Ağbim..
Sokaktaki çocuğa sor bilir.. Ama ne Yalımcan açıklar, ne de Özcan!.
***
TEBESSÜM
Çıplaklar kampına röportaja giden gazeteci, rastladığı ilk kadına sordu..
"Neden nudist oldunuz?."
"Ben olmadım ki!. Öyle doğdum zaten!?."
SEVDİĞİM LAFLAR