Dursun Duran Kaya Hocam'dan geldi, Güneş'imin, sönerken beni de söndüren Tecelli Güneş'imin ölümüyle ilgili beni en vuran "Başın sağ olsun" mesajı..
"İyi insanlar birer birer öldükçe, jokeri alınmış iskambil destesine dönüyor hayat" demiş Hocam..
Bu nice bir anlam, bir nice kavramdır..
Tam da öyleydi be Dursun Hocam.. Hele benim hayatımın nasıl jokeriydi Güneş..
Elimdeki iskambil destesi giderek ucuzluyor, basitleşiyor, Hocam.. Jokerler birer ikişer gidiyorlar..
Aslar, Krallar, Kraliçeler, Prensler gene var ama, icabında hepsinin yerine geçen, her işe yarayan, her derde deva Jokerler yok oldukça, yalnızlaşıyorsun işte..
Güneş'i ve dostluğumuzu, yıllarca bu köşede hafta sonları kaleme aldığı "Abuzittin'e Mektuplar" sütunundan tanıyan okurlar "Niye Güneş'i yazmıyorsun" diye soruyorlar, telefonla, mesajla, maille..
Yazamıyorum da ondan..
Bir defa, "Yazmadığım sürece yaşar" duyusu var içimde..
Yıllardır görüşemedik, buluşamadık, konuşamadık..
Ama orda olduğunu biliyorum ya.. Yaşıyor demektir benim için. Birisi haber verene dek yaşıyor demektir. Ben öyle hissettiğim için de, hayatta hiç kimseye telefon açıp "Yahu şu öldü" demedim ben..
Bıraktım onlar için yaşamaya devam etsin.. Öldüren ben olmayayım..
Bu defa da "Ben 'Öldü' diye yazmadıkça yaşar" geldi içimden, sanki.. Bu bir..
İkincisi.. Elimden gelmedi Jokerim için "Öldü" demek..
"Güneş öldü" demek elimden gelmedi..
Güneş ölmez ki.. Ölmemeli.. O dünya tatlısı, dünya canlısı dost ölmemeli..
O anılar durdukça ölmez zaten..
Ben en çok atletizmi seven, atletizmi yazan 17 yaşında gazeteciydim. O da genç milli takımın atleti.. Öyle tanıştık.
Öyle sevdim ki, kandırdım, aldım gazeteye götürdüm. Onu bizim servise aldırdım. Spor yazarlığına başlattım. Müthiş mizahlı kalemiyle hepimizi geçti.
Ankara Koleji son sınıfındaydı.
Haziranda diploma alamadı..
Milli 800 ve 1500 metreci, lise sonda Beden Eğitimi'nden sınıfta kalmıştı. Olacak şey mi?.
Onun Hocası, benim de komşu Kurtuluş Lisesi'nden hocam, beni de çok seven Aziz Bey.. Eylül sınavı öncesi koştum Hoca'ya.. "Ne iş" dedim..
"Haziranda sınava gelmedi ki" dedi..
Doğruymuş. Hoca ortaya bir kasa koyarmış. Öğrenci istediği şekilde atlar, Aziz Hoca da notunu verirmiş. Bizim Güneş'te de meğer "Kasa Fobisi" varmış..
"Şefim ben kasaya doğru koşamam bile" dedi..
Onu ikna ettim. Hocayı ikna ettim. Kasanın en alt parçasını koyacaklar sadece. 20 santim.. Güneş de yürüyerek gelip üzerinden adım atacak. Hepsi o..
"Ne olur ne olmaz, gene kaçar bu herif" diye Güneş'i de yanıma alıp götürdüm sınava.. Salona girdik. Koşu yoluna kilim serilmiş. Ucunda 20 santim yüksekliğinde kasa.. Güneş kasayı görünce sapsarı oldu zaten.. "Hadi" dedim.. "Yürü sadece yeter.. Bak alçacık.. Ayağını kaldır yeter.." Güneş yürüdü, yürüdü.. Sonra hafif hızlanır gibi oldu ve gitti "Gümmmm" diye o 20 santimlik kasanın üzerine tepe taklak düştü.. İnanmazsınız.. Aynen yıkıldı..
Ben Hocam'a baktım. Hocam bana baktı..
"Tamam" dedi Aziz Hocam.. "Bak 5 verdim.." On üzerinden beş tabii!..
..Ve milli atlet Güneş Tecelli Beden Eğitimi'nden geçerek lise diploması aldı..
Böylesi onlarca, yüzlerce anım var, Güneş'le..
Yukardasın ama, kalbimdesin Güneş.. Amazon diye açtığın o efsane deniz ve dağ köyüne bir türlü gelemedim.. "Bu yıl, gelecek yıl" derken, işte yıl mıl kalmadı Güneş'im..
Amazon'da değil, ama yeni doğduğun yerde buluşacağız Güneş.. Az kaldı..
***
Güneş Tecelli yaşıyor!..
15 Nisan 2012'de, yani 8 yıl önce sosyal medya "Güneş Tecelli diye biri yok Varsa da öldü. Abuzittin yazısını Hıncal Uluç yazıyor, Güneş'in de imzasını atıyor" iğrençliğine başlayınca, bu köşede kaleme almıştım "Dostlar da duysun Güneş Tecelli yaşıyor" yazımı.. O yazıyı bugün tekrar koyuyorum.
Yaşadığına inanarak.. Ayni başlıkla..
*
Güneş Tecelli, bu ülkenin yaşayan en eski gazeteciler kuşağından..
Benimle beraber 1957'de Yeni Gün'de başladı.
Ayni zamanda Kolej'de okuyan bir milli atletti.
800/1500 koşardı.
Gelmiş geçmiş en büyüklerden Muharrem Dalkılıç "İyi ki ciddiye almadı. Erken bıraktı.
Beraber koşarken ensesini seyretmekten bıkardım" demişti.
M. Ali Ağabey'in (Kışlalı) okulunda yetişmiş bir yazardı.
Bir gece masasında bırakıp gittiği bir çiziktirmeyi okudum.
Abuzittin diye hayali birine, o hafta olup bitenleri anlatıyordu.
Gülmekten öldüm. Doğru Kışlalı'ya götürdüm. Karar verdik, gazeteye koyduk hafta sonu.. Güneş'e de "Her pazar yazacaksın" dedik..
"Peki" dedi, ama nerde Güneş'te ciddiyet.. Cumartesi gecesi tepesine vura vura zorla yazdırdığımı hatırlarım, pazara yetişsin diye..
Yani Abuzittin'e Mektuplar bu ülkenin halen devam eden en eski hafta sonu köşelerinden biridir.
Belki de birincisi..
Tek..
1969'da televizyon başlayınca, Güneş önce spor, sonra eğlence programı sunucusu oldu.. İsmail Cem TRT'nin başına geçip, o unutulmaz devrimi yaratırken, koyduğu programlardan biri de, her pazar öğleden sonra canlı yayınlanan TeleSpor oldu.
Sporla eğlenceyi birleştiren bir program..
Sportif bölümleri nur içinde yatsın Arman Talay belirliyor, eğlence kısmını zamanın eğlence programı yıldızlarından Bülent Varol derliyordu..
Bu unutulmaz programı Güneş'le Cenk Koray birlikte sunuyorlardı.
Cenk'in o hâlâ hatırlanan "Kutu Kutu" oyunu, TeleSpor'da başlamıştı.
Seyirciyi gülmekten öldürürdü iki mizah ve konuşma ustası..
Ne var ki Güneş her zamanki gibi tembel, her zamanki gibi hayatı ciddiye almaz halini programda da sürdürürdü.
Hiç unutmam. Gene bir canlı yayın. Ben de o zaman, Cumhuriyet'te her pazartesi tam sayfa TV yapıyorum.
Ne var, ne yok, diye gittim..
Çıkacak sanatçıları Güneş'le Cenk paylaşmışlar..
Sırası gelen sahnenin ortasına geliyor. Sunuyor..
Sıra Güneş'te.. Geldi ortaya..
Ve dersini çalışmadığı için unuttu tabii.. Yayın canlı.. Herkes onu bekliyor. Güneş anons yaptı.. "Sayın seyirciler şimdi gelecek 'Sürpriz' sanatçımızı sizlere Cenk Koray sunacak.." Cenk, kenarda çayını yudumluyor zavallı..
Birden adını duyunca şoke oldu.. Güneş topu ona attı ama, bilmiyor ki Cenk.. Onun işi değil.. Bakmamış bile..
Kamera Cenk'e döndü..
Cenk yayında olduğunu yanan kırmızı ışıktan anladı..
Ve durumu kurtardı (!).. "Bu sürpriz sanatçımız size kendisini sunacak.. Bakın kim geliyor?." Yıllar sonra Güneş'i kendine emekliye ayırdığı Ege deniz köyünde yakaladım.
Telefonda tehdit, şantaj, yeniden Abuzittin yazmaya mecbur ettim..
Bu Abuzittin, o Abuzittin işte..
***
Tecelli'den Abuzittin'e Mektuplar...
Güneş'in 2011 Eylülünde bu köşede yayınlanan hoş bir yazısı.. Hangisi değildi ki zaten..
*
Bu ayılara n'oldu kardeşim. Birdenbire insanlaştılar. Adam öldürüyorlar. Ben ayıları saldırgan bilmezdim. Hatta bırak insana saldırmayı, kokusundan bile kaçarlar.
Ama yaralarsan veya yavrusunu vurursan iş değişir!
Ben bu mektubu sana yazarken İspir'de iki kişiyi öldüren ayı henüz bulunamamıştı.
Erzurum Atıcılık Derneği Başkanı "Ayıyı öldürmek gibi bi hedefimiz yok.
Uyuşturucu iğneyle ele geçirmeye çalışıyoruz.
İnsanlar tarafından bi zarar verilmiş mi ona bakacağız" diyor. Sonra da ekliyor "Bu ayıya ya köylüler mermi atıp yaraladı ya da yavrularını öldürdüler.
Yoksa ayı kimseye saldırmaz." Aynen.. Zamanının çoğu köyde geçen biri olarak ben de öyle biliyorum.
Velakin, Kars'ın Akdere köyünden de bi haber geldi. Tarkan Kuyumcu "Köy yolunda giderken çalılar arasından fırlayan ayı benim üzerime oturdu.
Ölü taklidi yapmasaydım parçalayacaktı" diyor.
Adamcağızın her tarafı sargı beziyle sarılı fotoğrafları da var. Ben gene de bu vatandaşımızın bizler tarafından kızdırılmış bi ayıya rastladığını düşünüyorum.
Başka bi haber daha okumuştum ama notunu kaybettim. Nerde geçtiğini bilmiyorum.
Yoksa Akdere olmasın? Bi milletvekilimizin kardeşi (yoksa amcası mıydı) meyve bahçesinde ayı ile karşılaşıyor. Belinden Bolt tabancasını çıkartıp hayvanı gözünden vuruyor. Sonra da üstüne çıkmaya çalışıyor.
Herhalde cep telefonunun kamerasıyla hatıra fotoğrafı çekecek.
Ayı adamı birden kündeye getirmesin mi? Ortalık karışıyor, her taraf kan, fakat ayı çekip gidiyor. Dedim ya olayın nerde geçtiğini bilmiyorum eğer Tarkan kardeşimizin üzerine oturan bu yaralı ayıysa yani hayvan pek de haksız değil.
Bizim köyün civarında da eskiden çok ayı vardı. Toprak yolda izlerine rastlardık.
Köylülerin bal kovanlarını yerlerdi. Köylüler ayıları vurdular. Kazançları arıcılık.. Balları ayılar yiyor. Fakat şu da var. Köylüler buralara yerleşmezden evvel buraları ayıların yeriymiş. Arılar balları ormandaki ağaçların kovuklarına yaparmış, onlar da bu kovuklardan alıp alıp yerlermiş.
İnsanlar gelince düzen değişmiş.
Burada da durum bi tuhaf.. Hayvanları yerinden edip bi de öldürüyorsun. Ama ekonomik çıkar da söz konusu. Yani köylülere de hak vermiyor değilim. Kendi çabalarıyla topladıkları balı ayılarla paylaşacak halleri yok herhalde. Ancak şu denebilir:
Ormanlık alanın ortasında köyün işi ne?
Benim ayılara naçizane tavsiyem: İnsanlara saldırmayın, onları yaralayıp öldürmeyin. Siz ayılığınızı bilin. İnsanlaşmanıza gerek yok!
İnsanlaşmaya gerek yok dedim de, Bursa'daki olayı okudun mu? Fikri Kart (33) yolda yürürken birden yere yığılıyor.
Etraftakiler, tansiyonu çıktı da düştü zannediyorlar.
Meğer bi serseri kurşun sol kulağının arkasından kafasına saplanmış. Altı gün hastanede yaşam savaşı veren adamcağız ölüyor. Kim vurdu belli değil. Böyle memleket olur mu yahu kardeşim. Her 7 kişiden birinin cebinde ruhsatlı veya ruhsatsız tabanca var. Aklına esen ateş ediyor.
Bu yetmezmiş gibi silah alımının daha da basitleşmesi için baskı yapanlar var.
Sen hiç eline silah alıp sağa sola ateş eden ayı gördün mü? Ama insanımız çok.
Münasip yerlerinden öperim Abuzittincim.
Kardeşin Güneş