Tatil günlerinde, 1990'da açtığımız "Hıncal'ın Yeri"nden seçtiğim, eski, bugünkü kuşakların okuduğunu sanmadığım yazılardan seçmelere devam ediyorum. Bu yazı 25 Mayıs 1994 tarihli köşemden..
Ed Goldeader, kayıp kişileri bulmak üzere uzmanlaşmış bir özel dedektif. Anlattığı olay gerçek.
Ama en güzel öykülerden daha güzel bir gerçek. Bugün bir tatil keyfi yaşamanızı istedim.
*
Kaybolan kimseleri aramayı bir meslek olarak seçtiğim günden beri çeşit çeşit insanın peşinden koştum. Bunlar arasında kayıp mirasçılar, evini terk eden kocalar, firari borçlular vardı. Şimdiye kadar pek az iş şaşırtıcı şekilde sonuçlandı. İşte burada size bunlardan birini anlatacağım.
Dosya şu mektupla açılıyor:
"Beyefendi, Evlenmemizden dört yıl önce, 1953 yılında karım Muriel Fuller çaresizlik içindeydi. Kafasını kurcalayan, onu üzen birçok problemle karşı karşıyaydı. En önemlisi ilk eşinin Kore'de ölmesi ve kızı Klodya'nın yetişmesi meselesiydi. Klodya o zaman 8 yaşındaydı.
Sonunda bir kağıt imzalayıp kızını öksüzler yurduna teslim etmek zorunda kaldı.
Fakat hiçbir zaman bu hareketinden dolayı kendini affetmedi. Son olarak, ben çocuğu bulmak için elimden geleni yaptım. Fakat maalesef gayretlerim boşa çıktı." Mektubun sahibi John Squires bir iki satır sonra da bahtsız annenin ayrılırken kızına şöyle dediğini yazmıştı: "Merak etme, yakında görüşeceğiz yavrum. İlk fırsatta seni görmeye geleceğim." Daha sonraki satırlarda birkaç kısa bilgi vardı: Klodya mavi gözlü sarışın bir kızdı. Büyük bir müzik kabiliyeti vardı. Öksüzler yurdundan gönderilen dergilerden öğrendiğimize göre yurt yöneticileri Klodya'nın kabiliyetini sezmişler ve ona müzik dersleri aldırmaya başlamışlardı.
"Onu bulmak için ne gerekirse yapınız. Masraflar önemli değil" diye bitiyordu mektup.
Bu adamcağıza nasıl hayır diyebilirdim ki? Bununla birlikte bu tip aramalarda birçok güçlüklerle karşılaşıldığını biliyordum.
Ben yine de ümit kalacağına emek kalsın düşüncesiyle New York'taki, öksüzler yurdunun bulunduğu Utica'ya gittim. Müdür, vazifesini gereğince sorularımı cevaplandırmayı reddetti.
Fakat bana bir ipucu vermişti.
Bana Klodya'nın maddi bakımdan çok rahat olduğunu söyledikten sonra ilave etti:
"Klodya kendini kurtardı artık. Bir meslek sahibi olmuş sayılır..." Aniden aklıma bir fikir geldi. Bu meslek belki de şarkıcılıktı. Bu düşüncemi makul bularak hemen faaliyete geçtim. Önce artistler sendikasındaki fişlerde aşağı yukarı 21 yaşlarında, sarışın mavi gözlü ve ön adı Klodya olan bir şarkıcı olup olmadığını araştırdım. Bu tarife uyan üç tane şarkıcı vardı. Biri ABD'nin güneyinde bir köşkte oturuyor, ikincisi bir orkestrayla turnede bulunuyordu. İkisi de aradığım kız olamazdı.
Üçüncüsü olan Klodya Blair ise Los Angeles'taki bir kaberede çalışıyordu. Hemen Kaliforniya uçağına atladım. Hareket etmeden önce de Blair'e bir kart atıp onu müşterilerimden birisi için ziyaret edeceğimi ve bazı sorular soracağımı bildirdim.
Ertesi akşam tam dediğim saatte kabereye gittim. Perde açıldığında Klodya sahnedeydi.
Çok güzel bir genç kızdı. Harikulade bir sesi vardı. Oyununu bitirince soyunma odasına, onu bulmaya gittim. Bir koltuğa oturmuş, yün örüyordu.
Gözlerini kaldırmadan konuştu:
"Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum beyefendi. Mektubunuzu okudum, daha doğrusu bana okudular. Benim gözlerim görmüyor da." Şaşırmıştım. Bunu bilmediğimi, dikkatsizliğim için özür dilediğimi ifade eden birkaç söz geveledim ağzımda. Sözümü kesti:
"Çok az kimse bunun farkına varabiliyor.
Beni kulise döndürmeden önce her zaman perdeyi kapatırlar. Böylece kimse farkına varmaz." "Özür dilerim..." diye tekrarladım, "Hiç iyileşme ümidi yok mu gözlerinizin?" "Hayır , yok..." diye kısa kesti. "Size nasıl yararlı olabilirim acaba beyefendi." Bu sırada aradığım insanla karşı karşıya bulunduğumdan tamamen emin değildim. Fakat bununla birlikte buraya, ziyaretine niçin geldiğimi kısaca ona anlattım.
Yüzü birden değişti, sert ve soğuk bir ifade aldı:
"Aradığınız insan benim o halde. Annem beni sekiz yaşımdayken terk etti. Çünkü gözlerimin görmeyeceğini anlamıştı." Üvey ana ve babası Blair'lere karşı büyük bir sevgi ve saygı besliyordu.
Gerçek annesiyle görüşmeyi istemiyor, reddediyordu.
Biraz düşündükten sonra, Klodya'nın üvey ana ve babasıyla konuşmaya karar verdim. Belki bana yardım ederlerdi.
O akşam onları yalnız bulacağımı ümit ettiğim saatte evlerine gittim. Ne yalan söyleyeyim, çok temiz kalpli, samimi insanlardı. Fakat ziyaretlerine niçin geldiğimi açıklayınca bayan Blair aniden parladı:
"Klodya'nın gerçek annesiyle görüşmesini neden bu kadar arzuluyorsunuz anlayamadım" dedi. "Biz onu evlat edinirken bir gün gerçek annesine döneceğini düşünmedik. Ondaki o acı, annesinin onu terk ettiği günlerin izidir." "Ah o zaman onu bir görseydiniz beyefendi..." diye atıldı baba Blair "bir bebeği evlat edinmek için yetimler yurduna gitmiştik. Fakat orada bu dokuz yaşında gözlerini kaybetmek üzere olan yavrucağı gördük. Ailesizdi. Onu yanımıza almadan edemedik. O günden beri mutluluğumuza mutluluk kattı..." "Doğru..." diye tasdikledi kocası. "Ve biz onu sanki öz kızımızmış gibi şefkatle bağrımıza bastık..." "Bu durumda" diye söze karıştım."Gerçek annesinin neler duyduğunu anlamaya çalışmalısınız..." Bir saatten fazla süren konuşmamız sırasında onlara Klodya'nın duyduğu bu kinin gerçek annesinin hayatına mal olabileceğini anlatmaya çalıştım. Bütün ikna kabiliyetimi kullanarak onları bana yardım etmeye davet ettim.
Sonunda Blair'ler beni uzun uzun süzdükten sonra, Bayan Blair "Onunla bu konuyu konuşacağız" dedi.
"Yarın öğleden sonra ona telefon edin. Size cevabı kendisi versin." Ertesi sabah öğleden sonrayı zor ettim. Kızla konuştum, tam ikna olur gibi olmuştu ki birden patladı:
"Ben terk edildim beyefendi, sokağa atıldım! Annem ona en muhtaç olduğum anda ufak bir hastalıkla uğraşmaya cesaret edemeyip hayatta yapayalnız bıraktı beni. Ve siz böyle bir anneyi affetmemi istiyorsunuz!" "Hiç olmazsa ona kendini affetmesi için bir şans tanıyın..." Uzun bir sessizlik oldu.
"Peki öyleyse..." dedi.
"Bütün kalbimle sevdiğim üvey annemi ve üvey babamı memnun etmek için onu yalnız bir defa görmeyi kabul ediyorum. Fakat şunu bilmelisiniz ki hiçbir şey ona karşı olan duygularımı değiştiremez." Birkaç saat sonra Klodya'ya otelin koridorlarında refaket ederken tereddüt ettiğini fark ettim. Squires'lerin odasının kapısının önünde durduğumuzda kolumu kuvvetlice sıktı:
"Onunla yalnız kalmak istemiyorum.
Benimle gelir misiniz? Onu selamlayacağım, beni bir an görecek, hepsi o kadar..." Odaya berebar girdik. Kolumdan tutuyordu.
Büyük bir koltukta oturan mavi gözlü kadın Klodya'nın ablası genç görünüyordu.
Klodya titriyordu. Yavaşça eğildi ve "İyi günler" dedi.
"-Ne kadar uzun zaman geçti görmeyeli.
Senin için ne güzel sözler hazırlamıştım şimdi şaşkınlığımdan ne diyeceğimi bilemiyorum.
Sesin o günden bu yana aşağı yukarı hiç değişmemiş...
-Rica ederim!
-Yaklaşsana, yanıma gel." Kızı ona doğru götürdüğüm sırada annesi doğrulup kalktı, kollarını kızına doğru uzattı.
Fakat tahmin ettiğimin aksine kızına sarılamadı.
Elleri Klodya'nın omuzlarında kaldı. Sonra kızının omuzlarını okşayan elleri hafif ve hızlı hareketlerle yüzünü buldu. Anne de titriyordu.
"Ah ne kadar da büyümüşsün!" diye mırıldandı yavaşça. "Ne kadar güzelleşmişsin!" Sonra Klodya'nın elleri de annesine doğru uzandı.
"-Aman Allahım! Yoksa...Yoksa siz de mi görmüyorsunuz?
-Evet, ben de... Fakat seni hemen tanıdım." Genç kız hıçkıra hıçkıra "Tanrım!
Eğer bunu bilseydim! Şimdi anlar gibi oluyorum neden beni hiç aramadığını.
Beni neden terk ettiğini, şimdi anladım. Fakat bana bunu hiç kimse söylemedi" diyebildi.
Ben ana kızı baş başa bırakıp hemen yandaki odaya geçtim. Uzun boylu bir adam pencerenin önünde ayakta duruyordu.
Odaya girdiğimi duyunca gergin bir yüz ifadesiyle bana döndü konuşmasına fırsat vermeden atıldı.
"Her şey halloldu. Şimdi her şey yoluna girdi" dedim.
Squires niye karısının gözlerinin görmediğini benden gizlemişti? Buna ne lüzum vardı?
Adam düşüncelerimi okurmuş gibi açıkladı:
"Size karımın gözlerinin görmediğini söylemedim. Çünkü karım bundan kızına bahsetmemizi istemiyordu.
Kızının onu yalnızca acıdığı için görmeye razı olmasında dayanamazdı..." Klodya Blair yine üvey ana ve babasının yanında oturdu. Fakat artık annesiyle aralarında derin bir şefkat ve sevgi bağı vardı.
İkisinin de gözlerinin görmemesi ve yıllardır duydukları özlem her şeyi halletmeye yetmişti.
( Bu güzel yazı için teşekkürler, Fuat)