Hayatımı manalandıran, ayrılmaz bir parçam olan, duygu ve düşüncelerimin ortağı, aziz dostum, çok değerli üstadım, büyük insan Fuat Uluç'un berrak sesi, 23 Eylül pazartesi günü öğleye doğru, kulaklarımda tatlı akisler yapıyordu:
- Hamd-ü senalar olsun, çok, çok iyiyim.
Akşam olunca, ondan uzakta kalmanın acısı şiddetle içimi kaplamıştı. Her şey bana, Uluç'un eksikliğini ihtar ediyordu. Hiç olmazsa sesini tekrar işitmekle biraz ferahlayacağımı düşündüm. Fakat, bir taftan da üstadımı yormaktan korkuyordum. Büyük bir tereddütten sonra, saat on dokuza doğru, elimi telefona uzatmaktan kendimi alamadım.
Üstadın canıma can katan sesi, bu defa, öğleyin olduğundan daha neşeli idi. Onbeşyirmi dakika sonra konuşmamızın arasına, hastahaneyi arayan şehirler- arası telefonun girmesi üzerine sohbetimizi kesmek mecburiyetinde kaldık.
Mükâlememizin inkıtaından sonra üzerime çöken garip bir iç sıkıntısı yüzünden hiçbir şeyle meşgul olamıyordum. Saat yirmi bire gelmişti ki telefonum çaldı. Çok aziz dostumun hâlâ kulaklarımda çınlayan sesi, kendisini tanımak bahtiyarlığına erişenlerin malumu olan şekilde, ilk heceyi vurgulayarak:
- Nasılsınız?.. Yorgun değilseniz, demin yarıda kalan sohbetimize devam edelim!.. diyordu. Cevap verdim:
- Aziz üstadım!..Beni ihya ettiniz; sesinizi tekrar işitmekle çok sevindim; ayrıca, içimde tuhaf bir sıkıntı da vardı; her zamanki gibi yine imdadıma yetişmiş oldunuz; şu anda size çok muhtacım amma gece vakti, tam istirahat edeceğiniz bir zamanda sohbetimizi uzatmaktan kendimi alamam diye endişe ediyorum...
- Katiyyen, gayet iyiyim. Sabahleyin doktorlar, her günkü elektrolarımı mukayese ettiler; neticeyi fevkalade buldular; yarın hastaneden çıkacaktım ama ciğerlerimde çok az miktarda bir su kalmış; onu da izale edelim de çarşamba veya perşembeye çıkarsınız; dediler.
Yarım saat kadar devam eden bu sohbetimiz esnasında, hastaneden çıkar-çıkmaz evvelce tasarladığımız bazı şeyleri ne suretle tahakkuk ettireceğimiz üzerinde, umumi şekilde, bir az müdavele-i efkârda bulunduk. Bir aralık, müşterek dostumuz Avni Karsan'ın bu gün kendisini müteaddit defalar aramış olduğu halde bulamadığını, sözlerimin arasına sıkıştırdığım zaman üstad, aynen şunları söyledi:
- Artık eskisi gibi odamda istirahat eder bir halde değilimki; çivi gibiyim; hastahane içinde oda oda dolaşıp tanıdıklarımı ziyaretle yarenlik ediyorum; Avni Bey onun için odamda bulamamış olmalıdır.
Sabahleyin tekrar görüşmek üzere vedalaştık.
Üstad, hastalığı esnasında okuduğu tıbbi bir kitaptaki (saat on-yatağa kon) tavsiyesine uyarak, sohbetimizi müteakip yatmış olmalıydı.
Ertesi sabah (24 Eylül 1968), saat on raddelerinde telefonum çaldı. Müşterek dostumuz Muhterem Mustafa Kepir konuşuyordu: ses tonundaki, fırtınaya tekaddüm eden zamanların ağır havasına benzeyen vakur bir ızdırab ifadesinin idrakimde manalanmasına vakit kalmadan, benim için haberlerin en müdhiş ve hüzn-aver olanını, çok aziz Uluç'u kaybettiğimizi söyledi.
İlk anda şaşkına dönmüş, bu haberde bir yanlış olacağını düşünmüştüm. Öyle ya, Üstad ile daha sekiz on saat evvel görüşmüştük; hayat ve sıhhatından memnun neş'eli sesi hala kulaklarımda idi. Hayır, bu haber doğru olamazdı; olmamalıydı...
Adeta şuursuz bir halde hemen Ankara Hastahanesi'ne gittim. Uluç'un eski arkadaşlarından Baş Hekim Muavini Reşid Bey, mahzun ve ağır -ağır konuşmağa çalıştı:
- Hemşireler, her sabah mutad olduğu üzere, bu sabah da hastaların derecelerini almağa çıktıkları sırada, üstadın odasına da uğradıkları zaman yatağında uyur bir halde, fakat artık fani varlığının sona ermiş olduğunu görmüşler...
442 numaralı odayı, bu en değerli misafiri, artık ebediyen terketmişti.
Pek muhterem ve müşterek dostumuz Prof. Ragıp Üner, sırf, gece- gündüz Uluç'la birbirimizden uzak kalamadığımıza telmih olmak üzere, bazen ikimiz için, (Mevlana) ile (Şems) teşbihini kullanırlardı. Ne kadar yerinde bir teşbih olduğunu- neticesi bakımından- evvelce pek idrak edememiştim. Meğer ne kadar isabet buyurmuşlar. (Mevlana) sız (Şems), (Şems) siz (Mevlana) ne ise, işte şimdi ben de öyle kaldım. Halimi anlatacak başka bir ifade bulmaktan aciz olduğum için, evvelce çok muhterem Profesörün zarafet ve nezaketlerinin bir burhanı olan bu teşbihe sarılmaktan başka bir çare bulamadım.
Üstad, geçen sene kaleme aldığı şu beiasında:
Bir düşün, böyle mi çarpardı şu kalbim daha dün?
Hani depremlere benzer o yaman vurma hızı?
Her düşen yıldırımın oyduğu bağrımda bu gün,
Erimiş kor gibi göllendi, köpüklendi sızı.
Sönecek belki güneş, belki de son damla hayat,
Dalgalar açmayacak birbiri ardınca kanat,
Suyu yok, rüzgarı yok, buzlu denizlerde fakat,
Bir hazin yankı devam ettirecek şarkımızı!..
demişti ama, o zamanlar-kendi tabiriyleböylesine katı bir gerçekle karşı karşıya gelmek ihtimali asla hatırımdan geçmemişti. Bir gün bile birbirimizi göremez veya seslerimizi duymadan edemezken bu iftirak kimin aklına gelirdi?.. Meğer, duyup da ifade edememenin derin aczi içinde kahr olup çırpınacak benmişim...