Son günlerde "Kuzguncuk elden gidiyor" çığlıkları sık duyulmaya başladı..
Bu semti, ilk nurlar içinde yatsın, Oktay Kurtböke anlatmıştı bana.. Mekteb-i Sultani'de okurken, Kalyopi diye bir kız arkadaşı varmış, o yaşarmış Kuzguncuk'ta..
Sonra Kuzguncuk'taki eski depodan düzenlenen Devlet Tiyatrosu sahnesinde, gülerek, hüzünlenerek, gözlerim yaşararak üç defa izlemiştim, Güngör Dilmen'in Kuzguncuk Türküsü adlı eserini. Hatta itiraf.. Ağlamıştım..
Çok gittim.. Çok dolaştım bu hala güzel semti.. Bu semtin hala "Eski İstanbullu" kalan insanlarını, esnafını çok sevdim.
Oktay'ın, Güngör Dilmen'in Kuzguncuk'u pek kalmamış, o enfes İstanbul mozayığı gitmişti ama, kalan da güzeldi, dedim ya, hala..
Şimdi bu Kentsel Dönüşüm ne yapacak, bu adeta Unesco Kültür Mirası İstanbul köyünü?.
Hafta sonunda Hürriyet Pazar ekinde Güliz Aslan'ın Uğur Yücel'le harika bir söyleşisi vardı. Orda öğrendim. Uğur Yücel de bir Kuzguncuk çocuğuymuş. Güliz de sormuş tabii, Kuzguncuk'u..
İşte Uğur'un yanıtlarından alıntılar..
***
"Neresinden başlasam ki... Çocukken her yer öyle zannediyordum, köyden çıkınca oranın yegâne olduğunu anladım. Mesela Adalılar, 'İstanbul'a iniyorum' der, işlerini bir an önce bitirip adalarına dönmek isterler. İç dünyaları bozulur çünkü burada. Bizim de aynıydı, hiç çıkmak istemezdik köyden (Kuzguncuk'tan yani). Benim bir özelliğim; çok seyrederdim. Hem filmleri hem hayatı... Gördüklerimin dışında bir de hayal ettiklerim vardı. 'Amarcord'u izleyince yönetmenlik yapmaya karar verdim.
Kuzguncuk, Fellini'nin Rimini'si gibiydi."
"(Kuzguncuk'a bugünlerde..) Gidiyorum. Sıkça. Kederleniyorum. Neredeyse kimseleri tanımıyorum artık. Eski arkadaşlarım tek tük... Onları da görünce çok duygulanıyorum. Her sokakta bir anınız varsa -ki o sokakların da çoğu bozuldu- neşe vermiyor deli gibi koşuşturup hayaller kurduğumuz köşe bucaklar. Artık park yeri yok sokaklarda. Biz çocukken günde beş araba geçerdi köyün ortasından."
"Bir kere sinemacı olmak, sahneye çıkmak oradan geldi. İlk oyunculuk hevesi, (Kuzguncuk) Kültür Derneği'nden çıktı.
Kitapla, akılla, bilgiyle, satrançla orada tanıştım. Sinema, pelikül kameranın motor sesi... Bülent Abi ve eşi, pazar günleri evlerinde çocuklara
Charlie Chaplin, Buster Keaton ve benzeri sessiz filmleri oynatırdı. Sandalyeler dizdiğimi hatırlıyorum o evde. Köy'de iki sinema vardı: Nur, ecnebi; Altıner, Türk filmi oynatırdı. Sadece bir yabancı film oynatmıştı galiba Altıner: 'West Side Story' ('Batı Yakası Hikâyesi'). Dünyada öyle patlamış ki Altıner iki gece çıkmıştı filmi. Babam "Bu filmi seyret" dedi. İki gece üst üste izledik birlikte.
Evlerden müzik sesleri gelirdi; piyano, keman, klarnet... Dört ayrı dil konuşulurdu sokaklarda, dört ayrı bayram... (Türkler,
Yahudiler, Rumlar, Ermeniler..)
Bir Fellini filminin içinden geçti çocukluğumuz,
ilk gençliğimiz, daha ne diyeyim?
Şimdiki dönem, kötü televizyon dizileri gibi!"