Perşembe sabahı gazetemi elime aldım, köşemi okuyorum. Bu köşede tek şey sürprizdir benim için..
"Sevdiğim Laflar!." O laflar bir dosyada kayıtlı durur, sayfayı hazırlayan editör birini seçer..
Okudum ve şaşırdım..
"Mutlu bir hayat yaşamak istiyorsan, bir hedefe bağlan" diyordu Albert Einstein.. "Bir insana, ya da bir şeye değil.." Niye şaşırdım.. Çünkü, okur Osman Tatari'nin gönderdiği laf, bir gece evvel izlediğim ve gece yatarken uzun uzun düşündüğüm harika müzikal "La La Land"in, cuk oturmuş ana fikriydi..
Birisi "Einstein'in lafından bir film çıkar" dese, bu senaryo yazılırdı işte..
Filmin adının ilk bölümünü "la la" diye bir müzik mırıldanma şeklinde okuyabilirsiniz. Ama "LA"yı İngilizce harflere ayırıp "El ey" derseniz, Los Angeles'in, hayaller, rüyalar şehrinin kısa adı olur.
Film işte bu "El Ey"e, hayallerini gerçekleştirmek için gelen iki genci anlatıyor. Ryan Gosling bir caz müzisyeni..
Ama dünyayı saran pop ve rap müziğinin klasik cazı yozlaştırdığına inanıyor. Amacı bir gece kulübü açıp, kendi istediği gerçek cazı çalmak.. Her müzisyenin kendi istediği doğaçlama ile her gece başka çaldığı ayni şarkı.. Kolay değil.. Tersine, çok ama çok zor iş!.
Emma Stone, bu "Hayaller Kenti"ne oyuncu olmak için gelmiş.. O daha da zor. Çünkü o kente her gün ortalama 20 bin genç ayni hayalle ayak basıyor.. Bir o kadarı da, yıllarca uğraşıp, başaramamış olmanın yenilgisi ile dönüyor..
Tesadüfler tekrarlanarak iki genci tanıştırıyor. Aralarında aşk başlıyor..
Ama bireysel savaşları da devam ediyor..
Biri yenilgiyi kabul edip, vazgeçmeye karar verince, öteki karşısına dikilip "Hedefinden vazgeçemezsin.
Geçersen mutlu olamazsın" diyor.. Biri, ötekinin Einstein'i oluyor yani, film boyu..
Nasıl klasik bir aşk hikayesi ve müzikal..
Çekim de nostaljik.. Perdede kocaman bir "Cinemascope" yazısı ile başlıyor film.. Bu lafı bugünün kuşakları bilmez bile. O yılların en ileri film çekim tekniğiydi..
Şarkılar çok güzel ve de çok anlamlı..
Onları size ayrı bir yazıda anlatacağım..
Cuma sabahı Mert Vidinli Günaydın'daki köşesinde kısacık değinmiş filme.
"Sonunda kariyer, başarı ve hırs aşkın önüne geçiyor. Yani artık filmlerde bile o kutsal aşk, yerini günümüz gerçeklerine bırakıyor" demiş ve fena halde yanılmış.
Aşk, hem de nasıl yerli yerinde, hatta çok daha kuvvetli yerinde duruyor Mert!. Filmi bir daha beraber izleyelim mi?.
Yıllar evvel bir yazı yazmıştım..
"Ne kadar aşığız" diye sorarsanız kendinize bir gün, ayrıldıktan sonra durun, geriye dönün ve bakın..
Arkanızdan size bakıyorsa, tamamdır!.
Tersi de doğru tabii. Uğurladınız, gidiyor.
Bekleyin, dönüp bakarsa, işlem tamam!.
Yazdığımı hep denedim ben..
Bir defasında.. Arabamla evine bırakıp ayrılırken, geriye dönüp bakmıştım.
Penceredeydi.. "Vay" derken, "Gümm" sesi geldi. Park etmiş bir arabaya çarpmışım..
Final sahnesinde Emma ile Ryan'ın bakışma sahneleri Mert, aşkın ta kendisidir.
Unutulmaz, gelmiş geçmiş en efsane aşk filmi Kazablanka gibi..
Orada, Humphrey Bogard ile İngrid Bergman arasındaki aşkın önüne mi geçiyor, hayatın gerçekleri, Bergman, Paul Henried ile uçağa binip giderken ve Bogard, hava alanında kalıp uzaklaşan uçağa bakarken!.
Edebiyat tarihinin en büyük aşkı Romeo Jülyet'tir değil mi, Mert!.
Shakespeare, aşıkları kavuşamadan öldürür, finalde.. Onun için efsanedir, öykü.. Onun için sinema, bale, tiyatro, opera, resim, heykel, sanatın her dalında defalarca ifade edilmiştir.
Efraim Kişhon adlı bir çağdaş yazar, Romeo- Jülyet'in sonunu değiştirdi.
Ölmediler. Aşklarını mutlu sona ulaştırdılar ve evlendiler. Kişhon "Tarla Kuşuydu Jülyet" diye yazdı, eserini.
Ben Cüneyt ve Ayten Gökçer'den izlemiştim.
Ne olmuştu o efsane aşk, okudun, seyrettin, bilir misin, Mert?.
Komedi olmuştu!.
Ko- me- di!.
Yani, konu "Aşk" olunca, sakın hüküm verme Mert!..
Kimse de vermesin!.