Pazar günü öğleye yakın, Yeşilköy'den, sahil yoluyla Etiler'e doğru dönüyorum.. İranlı dostlar kahvaltıya davet etmişlerdi, ordan..
Dünyanın en güzel sahil yollarından biri.. Bir benzeri de karşıda var, Pendik- Bostancı arasında.. Bir üçüncüsünü henüz görmedim, 50 yıldır gezdiğim dünyada..
Nedim söylemiş zaten..
"Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre
Acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır"
(Bu İstanbul şehri ki, paha biçilmez ona
Tüm İran mülkü feda olsun tek bir taşına
Öyle tek bir incidir iki deniz arasında
Yeridir dünyanın güneşi ile tartılsa..)
Belediyenin Bahçeler Müdürlüğü'nün de Allahı var.. Kadir Topbaş harika bir müdür getirdi oraya.. Tanıştım. İhsan Bey.. Nasıl çimenlere ve çiçeklere boğdu İstanbul'u.. Sahil yolu da harika.. Yolun sağında çiçeklikler, boydan boya, rengarenk.. Arkası çimenlerle uzanan bir sahil. Onun ötesi deniz.. Adalar manzaralı deniz..
Çimenlerin üzeri cıvıl cıvıl insanlar dolu.. Mangallar yakılmış.. Çocuklar koşuşuyor..
"Yavaş" dedim Muhammed'e.. "Sindire sindire gidelim.."
İnsanın bitmesini istemediği bir yol.. Bir güzellik.. Tanrı cennetinin bir parçasını dünyaya indirmiş, onu da bize armağan etmiş..
Cennet!..
Cennette yaşıyoruz gerçekten.. Mehmet Akif takılıyor aklıma birden..
"Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda."
İstiklal marşımızın dizeleri bunlar..
Bu cennete sahip olmak, elimizde tutmak için neler yaptığımız tarih kitaplarında yazılı..
.. Ve bu cenneti cehenneme çevirmek için neler yaptığımızı da yazacak tarihler, gazeteler yazmasa da..
***
Perşembe günü öğleden önce, cumanın yazılarını yazdım.. Pazarın da yedeğini hazırladım.. Doğru hava alanına.. İstikamet Kıbrıs.. Sevgili Dost Ertan Birinci'nin Genç Tv'si 16. Yaş Kutlaması var.. Bensiz olmaz.. Cuma günü hemen döneceğim.. Akşam Star TV, Türkiye Güzeli yarışması var.. Bensiz olmaz..
Kıbrıs dönüşü, Harbiye'deki İstanbul Kongre Merkezi'nde yerimi aldım.. Yarışma gece yarısı bitti.. Muhammed kapıda bekleyecek.. Görevliler,
"Yukarısı biber gazı dolu, arabanızı çağırın, altıncı bodrum katından alsın sizi, oto parktan" dediler..
Bulunduğumuz yer, Bodrum 4.. Sıfır katında arabam var. Muhammed'i aradım..
"Burası idare eder" deyince, yukarı çıkmaya karar verdim.. Yürüyen merdivenlerle.. Çıktıkça gözlerime yaşlar dolmaya başladı.. Biber gazı her yanı kapalı binanın içine sinmiş..
Gezi Parkı'nda olaylar var, Kıbrıs'ta duydum yarım yamalak.. Demek devam ediyor.. Ama Taksim nere, Harbiye nere?. Ne kadar gaz sıkılmalı ki, buraya kadar gele, bu binanın içine dola..
Yoksa olaylar büyük mü?.
Bilmiyorum..
Akşam üzeri Haber kanallarında durum güllük gülistanlıktı..
Pazar yazım aklıma geldi..
Bir köpeğin ölümü.. Lalehan'ın satırları şiirsel bir duygusallık dolu.. Ama anladığım kadarı ile Taksim'de bir savaş var.. O zaman da bu yazı olmaz..
Lalüş haftaya kalır.. Ben gazeteye gidip, yeni bir yazı yazmalıyım ki, tüm yaşam ilkelerime aykırı.. Cuma günleri cumartesi, pazar yazılarımı yazar ve kendi hayatımı yaşamaya giderim. "Üçüncü Dünya Savaşı çıksa benden yazı beklemeyin" demişimdir gazeteye 25 yıl önce.. Kafamın haftada iki gün dinlenme hakkıdır bu.. 25 yıldır da şaşmadan uyguladım.
Ama bu,
Üçüncü Dünya Savaşı'ndan önemli.. Benim vatanım, benin kentim, benim insanım ne biçim bir savaş içinde ki, Taksim'den, Harbiye'ye gelmiş bombaların gazı..
Sabah kapıdan gazetemi aldım.. Kahvemi içerken okuyacağım her zaman yaptığım gibi.. Sonra da ver elini gazete. Pazar yazımı değiştirmek için..
Açtım gazetemi kahve masamın üstüne..
Birinci sayfada hiçbir şey yok, Taksim'le ilgili..
Hiçbir şey..
Koştum televizyonlara..
Haber kanallarında da hiçbir şey yok.. Gazeteme ve haber kanallarına bakarsanız, İstanbul güllük gülistanlık..
Peki o zaman ben niye Harbiye'de arabama ağlayarak bindim..
"Bitmiş Hıncal" dedim.. "Bu meslek bitmiş.. Gazetene gitmene de, yazını değiştirmene de gerek yok.. Pazartesi sabahı gazeteye gidersin. Sevgili 40 yıllık dostun, Genel Yayın Müdürün Erdal Şafak'a 'Tamam Erdal' dersin.. 'Tükenmişlik sendromu sadece Meryem Uzerli'de olmaz.. Ben de tükendim, cumartesi sabahı gazetemi ve haber kanallarını görünce..' ..Ve izzeti ikbal ile mesleğe veda edersin!."
Yahu ben Menderes'in medyayı yok etmek için dünyada benzeri olmayan yasalar çıkarttığı, ilan ettiği sıkı yönetimle her şeyi yazmayı yasak ettiği günlerde gazeteciliğe başladım..
Sıkı Yönetim Komutanı Kavanoz Paşa (Öyleydi aramızda adı) durmadan yayın yasakları yollardı..
"Siyasal Bilgiler olaylarını yazmak yasaktır."
"Siyasal Bilgiler olaylarını yasaklayan bildiriyi yayınlamak da yasaktır."
"Siyasal Bilgiler olaylarını yasaklayan bildiriyi yayınlamayı yasaklayan bildiriyi de, bu bildiriyi de yayınlamak yasaktır.."
Gazetenin manşetinde Siyasal Bilgiler olaylarına ayrılmış yer, boş çıkardı ertesi gün.. Beyaz..
Yani "Bir şeyler oldu dün Ankara'da ama yayınlamamız yasak" derdik okura, o beyazla..
Ama o yayın yasakları geri teperdi fısıltı gazetesi yüzünden..
Siyasal Bilgiler olaylarında biz ağabeyimle okuldaydık. Kavanoz Paşanın askerleri okulun etrafını sarmışlardı.. Bize "Çıkın" emri verildi megafonlarla.. "Boşaltın okulu yoksa ateş ederiz.."
Çıkmadık.. Ateş emri verildi.. Tabii havaya.. Korkutma ateşi.. Bir kurşun en üst katın camından girmiş, tavana saplanmış. Saplanırken de bir sıva parçasını aşağı düşürmüş.. Bu parça da bir arkadaşın kolunu sıyırmış. Tek vukuat bu..
Sonra askerler çekildi.. Biz de çıktık gittik. Bitti..
Babam Çanakkale'de Jandarma Okul Komutanı.. Albay.. Ayni gün akşamı ona ulaşan haber..
"Siyasal Bilgiler basıldı. Üç yüz ölü, altı yüz yaralı var.."
Adamın iki oğlu Siyasal'da.. O zaman cep telefonu falan yok.. Evde de telefon yok.. Kimde var zaten.. Kendinizi babamın yerine koyun ve halinizi düşünün..
Yayın yasağı, fısıltı gazetesine alabildiğine izin verir.. Araya kötü niyetliler girerse bir de, tutmayın gitsin..
O devirleri yaşamış Hıncal'ın bu devirde gördüklerine bak..
Gazetem yazmıyor. Haber kanalları yayınlamıyor..
Taksim'deki gerçeğe gözlerimizi yummuşuz. Sanıyoruz ki, görmezden gelirsek, mesele biter..
Biter mi?. Asıl o zaman başlar..
Şimdi üstelik anında her şeyi, herkese yazan sosyal medya varken, yazmamak ve yayınlamamak ne işe yarar?.
Sosyal medyanın öne fırlamasına.. Haber alma hakkının sosyal medya ile kullanılmasına ve kötü niyetlilere meydanı sonuna dek açmaya..
Taksim olaylarının büyümesi ve hızla yurda yayılmasının en büyük sorumlusu medyamız oldu.
Gözlerini yumduğu, görmediği zaman olayların olmayacağını sanan medya..
Sosyal medyayla çığ gibi büyüdü bir kaç kişilik olay.. Bu arada "Halk TV" diye adı duyulmadık bir kanalın canlı yayın yaptığı gene sosyal medya ile yayıldı. Ben de duydum..
Gerçekten canlı yayın yapıyordu Halk Tv..
Önüne oturdum, saatlerce izledim..
Öteki haber kanalları da Halk TV canlı yayınlarından sonra iki şeyi anladılar..
Gerzekliklerini ve haberi saklamanın hiçbir işe yaramadığını..
Cumartesi akşam üzeri bütün haber kanalları canlı yayına girdi, beşinci günde..
Pazar sabahı benim gazetem olayları manşete alarak çıktı..
Bu gazeteyi satın aldığı gün yaptığı toplantıda, ilkelerini açıklayan Ahmet Çalık'ın sözleri aklıma geldi..
"Yazarlar özgürdür. Düşündüklerini yazarlar. İstedikleri tarafı tutarlar.. Müdahale etmem.."
Etmedi de.. Ben bir tek gün, uyarıyı geçin, ima bile almadım..
Sabah yazarları Taksim olaylarında başta Nazlı Hanım, Emre ve Mahmut harika bir sınav verdiler..
"Habercilikte ilkem ise kesindir. Tarafsızlık.. Bu gazetede her haber, önemi ölçüsünde yer alacaktır.."
Ama işte bu ikinci ilkede sınıfı geçemedi Sabah..
Niçin geçemediğini de pazartesi sabahı "Okur Temsilcisi, Yavuz Baydar" yarım sayfa harika anlattı. Sabah'ın habercilik yanlışını tane tane anlattı ve içimi rahatlattı.
Doğruldum, kalktım kahve masamdan..
"Yürü Hıncal" dedim kendi kendime, "Doğru gazeteye odana.. Hala umut var!."
Ve hafta sonunun tüm tükenmişliği içinde odama gelip bu yazıyı yazacak gücü buldum..
Devam..
Bu cennet vatan için feda olsun her şey!..
Devam!..