1984 Oyunları için gittiğimiz Los Angeles'te Olimpiyat Köyü, ünlü UCLA, yani Los Angeles, California Üniversitesi kampüsüydü. Gölge Adam namlı Ertuğrul Akbay, girişteki kızı daha ilk gün ayarladığı için, herkesin binbir güçlükle ve izinler, sıralarla nerdeyse sadece bir kez girebildiği köye biz canımız istediği an, elimizi kolumuzu sallayarak dalıyorduk.
Bir devlet lisesi binasından bozma Siyasal Bilgiler Fakültemizden sonra, bitmez tükenmez bir park içinde yığınla binadan oluşan UCLA kampüsü bana, "Yer yüzünde cennet" gibi gelmişti..
"Burada okuyanlar ne kadar talihli, ne kadar ayrıcalıklı olduklarını biliyorlar mı acaba" diye düşündüm..
Bugün ülkemizde UCLA'ye taş çıkartan kampüsler var..
Var da, bizim liseden bozma Mülkiyemiz yok..
Şimdi anlıyorum ki, Üniversiteyi Üniversite yapan, binalar değil, hocalar.. Özellikle de öğrenciler..
Hoca farkları için kitap yazılır..
Biz Mülkiye'de öğrenci, Yeni Gün'de de gazeteciyken, medyada iki günde bir profesörler, doçentler manşet olurdu.
Ülkenin günlük sorunlarına değinir, görüşlerini açıklardı, profesörler, doçentler.. Bütün ülke onları tanır, bilirdi. Konuşmaları merakla beklenir, gümbür gümbür de ses getirirdi.
Üniversite hocaları, dernek kurmamış en büyük Sivil Toplum Örgütü idiler.. Kimseden korkmaz, çekinmezlerdi.
Bir de bugüne bakın..
Başbakan "Kuvvetler ayrılığı" diyor.. Ülkede kıyamet kopuyor.. Üniversitelerden, Hukuk Fakültelerinden, Anayasa Hocalarından "Çıt" yok!..
Neden?.
Benim cevabım var ama, önce hocaların kendi kendilerine bir düşünüp cevap vermelerini istiyorum.
***
Geçen hafta İstanbul'un iki ucunda iki kampüste, iki olağanüstü geceye gittim. Biri, Ataköy'de Kültür Üniversitesi'nde Şeb-i Arus kutlaması.. Öteki Boğaziçi'nde Yeni Yıl Konseri..
Kültür'deki gece tüm gençler için hem de nasıl birebirdi.. Dünya çapında bir vurmalı çalgılar yıldızı
Burhan Öçal'ın ritmleri ile, gene dünyaca ünlü bir dansçı
Ziya Azazi, kendi modernize ettiği koreografiyle, "Sema" yorumlayacaktı.
Harika bir görsel ve duygusal şölen..
..Ve salonun yarısı boştu. Kalan yerlerde de, genelde benim yaşıma yakın insanlar vardı.. Kendi okullarında böylesi "Olağanüstü" bir geceyi merak edip kalan öğrenci sayısı, on, bilemedin onbeş falandı..
Ankara'da 1960'larda sadece Dil Tarih'te salona benzer bir şey vardı. İtalya'dan konuk
Leyla Gencer'in konseri için Ahmet'le (Kışlalı) sabah sekizde gidip sıraya girmiş, onda kapılar açılınca orta sıralarda bir yer bulabilmiş ve 14.00'te başlayan konseri aç bilaç izlemiştik.. Geç gelen iki arkadaşımızı da adeta kucaklarımıza oturtarak..
Şimdi Kültür Öğrencileri, bir araya gelmeleri, getirilmeleri gerçekten mucize iki muhteşem sanatçının ortak gösterilerinin ne olabileceğini merak dahi etmiyorlardı, ben bu yaşımla, İstanbul'un bir ucundan kalkıp gelirken..
O zaman merak ediyorum tabii.. "Üç dersten sınav verip alacakları diploma ne işe yarayacak" diye..
Üniversite ders değil, yaşam öğretir.. Merak etmeyi öğretir. Görmeyi, araştırmayı, bulmayı ve konuşmayı öğretir.. mi?..
Boğaziçi Yeni Yıl Konseri muhteşemdi. Her bakımdan..
Bilkent Üniversitesi Senfoni Orkestrası bu konseri Boğaziçi'ne armağan etmişti.
Coşkulu bir Mozart'la açıldı konser.. Ardından
Evin İlyasoğlu'nun keşfettiği, daha minik bir çocukken bu sahneye çıkardığı genç kemancı
Alican Sümer, ilk resmi konserini verdi, Bilkent eşliğinde..
Mozart'ın içindeki zamanın Yeniçeri Müziği modası etkisiyle kattığı melodiler yüzünden "Turk" diye adlandırılan keman konçertosunu nasıl ama nasıl heyecanlı, ama nasıl duygulu çaldı. Alican'ı destekleyenlerden birinin Mülkiye'den çok sevilen bir hocam olduğunu öğrendim. Kutlamaya gittim. "Aman adımı yazma" dedi. "Bu işi reklam olsun diye yapmıyorum.."
Konserin sonunda Albert Long Hall alkıştan sallandı resmen..
En güzelini en sona sakladım.
Salon son koltuğa kadar doluydu. Aradaki boşluklara ilave sandalyeler konmuştu ve seyircinin yüzde 80'i Boğaziçi öğrencileriydi..
Boğaziçi kampüs olmayı aşmış, Üniversite olma yoluna girmişti.