Serpil Gogen/ Van
("Van bu defa iki kalemden" demiştim ya.. Dün ben başladım. Bugün doğduğu ve kundakta ayrıldığı kente yıllar, yıllar sonra dönen kız kardeşim Serpil'de söz.. Yarın gene bende olacak..)
Ağladım, ağladım, ağladım.. Bütün gün ağladım. Bu defaki program ağlattı. Van ağlattı..
***
Her zaman söylerim, Hıncal Ağabeyimle program yapmanın tadına doyum olmaz. Baştan sona neyi sevdiğinizi, neler yapmak istediğinizi bilir, programlar, sürprizlerle süsler. Ama hep susar.. Anlatmaz, açık vermez. Olanı biteni son anda öğrenirsiniz. Tıpkı bu sürpriz Van seyahatinde olduğu gibi.. Geçen hafta bir telefon..
"-Serpil, Pazar sabahı Van'a uçuyoruz.. Doğduğun yerleri nihayet göreceksin.."
"-İnanmıyorum, inanamıyorum.. Nasıl yani? Nereden hatırına geldi?"
"-.......Pazartesi sabahı da dönüyoruz."
Tık.. Ses yok, bu kadar!.. Van'a gideceğim, gidiyoruz!. Sonunda.. Yıllar yılı, her fırsatta sen Türkiye'yi neredeyse adım adım dolaş ama içten içe asıl gitmek, görmek istediğin doğduğun topraklara bir türlü gideme.. Gitmedim mi, gidemedim mi? Bilmiyorum. Van hayalimde, çok genç yaşta kaybettiğimiz annemin anlattığı o güzel, duygusal anılar, o güzel, dost insanlarla mı yaşasın istedim acaba? Yol boyunca sorup durdum:
"-Oturduğumuz evi, sokağı bulabilecek misin?"
"- Nasıl bulurum, daha okula bile gitmiyordum.. Gelecek sefer Öcal Ağabeyimle geliriz, o hatırlayabilir, üçüncü sınıftaydı."
Israrın yararı yok.. Durum ümitsiz.. En iyisi dışarıyı seyretmek, zaten gazetesine daldı, bile.. Nihayet Göl göründü..
Van Denizi.. Renkler, ışık inanılmaz. Mavinin, neredeyse tüm tonları.. Ya dağlar? İşte havaalanı.. Suya iniyoruz, galiba.. Birden, içimde sebepsiz bir huzur hissi.. Çantaları otele bırakıp çıkacağız. Sadece yarım günümüz var, öğlen oldu bile.. "Doğduğum mahalleyi görme ümidi yoksa, Akdamar Adasını göreyim, bari" diyorum. Rehberimiz Ahmet "Çok vakit alır" diyor. "Karayolundan sonra bir de denizyolu var. Başka yer göremezsiniz.."
Eh! Peki..
Rescate, Van'da beş yıldızlı bir otel.. Dünyada az görülür şıklık ve rahatlıkta.. Adı İspanyolca'dan.. "Kurtuluş" anlamına.. Sahibinin adı.. Vanlı işadamlarından Kurtuluş Akay..
Önce çarşıyı, Van'ın el sanatlarını göreceğiz. Babamın o çok kıymetli savatlı gümüş "Van tabakası"nın yapıldığı atölyeleri.. Ama Pazar ya, kapalılar. Bir açık yer, Atasoy.. Vitrininde ise, inanılmaz Urartu replikaları takılar.. Van, Urartuların başkenti.. Camın ardında binlerce yıl öncesine uzanan tarih ve kültür sergileniyor, adeta.. Yakından görmek için giriyoruz, müthiş örnekler. Bir, üç, beş.. Hem gösteriyor, hem de Van'ı, Urartuları anlatıyorlar. "Ben de Vanlıyım" diye söze giriyorum
Arkamdan bir ses, "Bizim evde doğdunuz" diyor. "Evet.. Van'da doğdum" diye tekrarlıyorum. "Hayır, bizim evde doğdunuz" diye yineliyor.
Bu ses de ne? Kim? Dönüyorum, 40-50 yaşlarında bir beyefendi.. Sevgiyle bakıyor. Bizi, annemi, Hıncal Ağabeyim'i, birkaç günlük beni yıllar yıllar önce, o korkunç depremin sarsıntıları arasında sıkışıp kaldığımız ikinci kattaki odadan kapıyı kırarak kurtaran ev sahibimizin ailesinden mi yoksa? Gerçek mi bu? Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyorum. Özür diliyorum, ağlıyorum, gülüyorum, ağlıyorum. O andan sonra da bütün gün ağladım zaten.. Her söz, her görüntü, herkes, her şey ağlattı.. Günü, yıllar öncesinin anıları ve sesleriyle birlikte yaşadım. Bir kurgu, bir senaryo gibi..
Mustafa Bey, Mustafa Saidoğlu, hayatımızı kurtaran ev sahibimiz Ahmet Bey'in torunuymuş.. Bizim aileyi, geçen yıl kaybettiği babasından ve dedesinden defalarca dinlemiş, tanıyor. Nasıl yakın, nasıl dost..
..Ve Atasoy'daki buluşma, planlanmış meğer.. "Bir zamanlar Van" yönetmeni ağabeyim tarafından..
Hemen yola çıktık. Ama doğduğum ev artık yok!. Doğumumdaki depremde ağır hasar görmüş zaten.. Yıkılmış..
Kapısını, çiçeklerle dolu bahçesini seyrettim. Annemin çiçeklerini.. Fotoğrafını çektim. 14 numara.. O zamanlar Van'ın kenarında son evmiş.. Şimdi şehir içinde..
Tekrar yola koyulduk. Programda Van Kalesi var. Dağlar muhteşem.. Hele Erek Dağı.. Bulutların ve yağmurun ardında efsane gibi.. İşte Kale.. Karşıdan bakınca, mağaraları ve kayalarıyla, oturan koca hörgüçlü bir deveye benziyor. Meğer Evliya Çelebi de kaleyi böyle tanımlamamış mı, seyahatnamesinde.. İnanılmaz bir doku.. Dikimi bile izne bağlı Van Lalesini göremedim. Yerine kalenin eteklerindeki mor dikenlerden bir dal koparıp İstanbul'a getirdim. Bahçeye ektik. Belki yaşar. Arabada bizimle beraber biri daha var. Nuray Hanım.. Vanlı.. Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nin sosyal, kültürel, sanatsal etkinliklerini düzenliyor.
Hıncal Ağabeyimle daha önceki Van seyahatinden tanışıyorlar. Ayni üniversitede restorasyon ve tarih okumuş. Bize Dil, Tarih'te, "Yüksek tahsilli normal bir insanın günlük konuşma düzeyi üç yüz civarında kelimeyle sınırlıdır" diye öğretirlerdi. Nuray Hanım bu düzeyi katlıyor, gibi.. Uzun zamandır Türkçeyi bu kadar güzel ve zengin konuşan, vurgulayan, kendisini bu kadar güzel ifade eden birine rastlamamıştım. Van'ı adım adım anlatıp, her soruyu yanıtlıyor.
Öğle yemeği Gevaş'ta.. Mustafa Bey'in candan "Bizim evde, Allah ne verdiyse" ısrarlarına rağmen yemeği orada yiyeceğiz. Hıncal Ağbim "Adanın karşısı, deniz kenarı.. Hikmet Beyin yeri.. Akdamar'ı uzaktan görürsün hiç değilse" diye kararlı.
Göl kenarında harika bir yer ve Van mutfağından seçmeler.. Şef, Hıncal Ağbimin üç sene önce bayıldığı ve yazdığı çifte kiremitli eti hatırlıyor ve getiriyor. Nefis bir yemek, yanı sıra diğer masalardakilerle 40 yıllık dost sohbetleri..
Van'da kaç göç yok.. Herkes rahat, herkes istediği, dilediği gibi yaşıyor. Huzuru bozan, ürküten hiçbir şey yok. Gevaş ve Edremit'e giderken, sadece iki kez, pek de hissetmediğimiz kontrollardan geçtik, o kadar..
Çay saatinde Mustafa Beylerdeydik. Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde okuyan oğlu, liseli kızı ve eşiyle birlikte, ailecek çay içtik.
Beni "El kızı" dediği eşine tanıtırken "Bizim kızımız, Serpil" diyor kahkahayı atarak.
Eskimiş, sararmış fotoğrafları döktük. 50-60 yıl önceki Van'ın şıklığına inanamadık. Erkekler kostümlü ve kravatlı.. Kadınlar ipek elbiseleri, ökçeli ayakkabıları, özenli saçlarıyla Marlene Dietrich gibi.. Beni kurtaran "Dede"nin nasıl gurur dolu bakışı, eski resimde.. İsmet Paşa'yı andırıyor..
Sonra sohbet, devlete saygıya uzandı, nedense..
Ve devlet terbiyesine.. Mahallede, kahverengi elbiseli gece bekçisine varıncaya dek devlete duyulan güvene ve hürmete..
"Bu, okulda değil, ailede öğretilirdi bize.." diyerek söze girdi Mustafa Bey ve şimdilerde "özgür" eleştiri uğruna unuttuğumuz çok önemli bir gerçeği vurguladı: "Sonradan kazanılmaz!."
İftarı Erciş'te yaptık. Çalık Holding'in Ramazan sonuna dek sürecek iftar yemeklerinden birine katıldık, yüzlerce Ercişli ile.. Bir başka dostluk ve sevgi selini de orada yaşadık. Sarıldık, dertleştik. Çocukluğumun anılarındaki o güzel Anadolu insanlarıyla bir kez daha buluştuk. Tıpkı Antep'te, Mardin'de, Diyarbakır'da olduğu gibi..
Ama nedense, umut içimi ısıtırken, hüznü üzerimden atamadım.