Bu filmi herkes görmeli.. Yığınla sebep var.. En başta Kate Winslet için.. Ve de bu lafı bu dünyada edecek sonuncu kişi ben olduğum için. Kate Winslet hiç ama hiç hoşlanmadığım bir tipti Hollywood'da. Bana itici gelmişti hep.. Oscarlık oyununu merak etmesem zor giderdim.. Ve o bana hep itici gelen kadına hem de nasıl hayran oldum, bu defa..
Oyunculuk denen şey işte bu olmalı.. Bu kadar zor bir rol, rol kesmeden üstelik, nasıl bu kadar doğru, bu kadar etkileyici, çarpıcı, inandırıcı oynanır?. Yığınla ödül aldı, Kate bu rolle.. Başta Oscar, hepsi de çok önemli.. Yılın rakipsiz kadın oyuncusu olduğunu kanıtladı. Hepsini hak etmiş fazlasıyla.. Helal olsun..
İkincisi.. Filmin ikinci bölümünde anlattıkları için.. Fevkalade düşündürücü bir bölüm bu..
Hepimizin içinde bir yargıç yatıyor.. Çevremizi, dünyamızı, herkesi, her şeyi yargılamaya fena halde meraklıyız.. Ama doğru mu yargılıyoruz?. Yoksa durmadan yargıçlığa soyunarak yanlış mı yapıyoruz?..
Okuyucu (The Reader) aslında iki ayrı film.. Birinci filmde, 15 yaşında bir orta eğitim öğrencisiyle 36 yaşındaki bir otobüs biletçisi kadının ilişkisini izliyoruz. Kadın "Kid/Çocuk" dediği ergenlik adayına cinselliği öğreterek onun uyanışına yardımcı oluyor..
Bu bölüm kadının bir gün aniden ortadan kaybolmasıyla sona eriyor.
İkinci bölüm 8 yıl sonra başlıyor.. Kid hukuk fakültesini yeni bitirmiş, lisansüstü bir seminere katılıyor.. Konu, Hitler zamanındaki Nazi cinayetleri.. Seminer hocası, öğrencilerini, o sırada görülmekte olan bir Holocost davasının duruşmalarına götürüyor. Görüyoruz ki, otobüs biletçisi kadın, davanın sanıkları arasında.. Zamanında Auschwitz'de gardiyanlık yapmış.. Bu sırada 300 Yahudinin ölümünden sorumlu tutulan 6 gardiyandan biri.. Davanın akışı içinde, kadın ölümlerin baş sorumlusu durumuna geliyor. Kid'in elinde kadının az bir ceza ile kurtulmasını sağlayacak hayati bir bilgi var.. Bu bilgiyi mahkemede açıklasın mı, açıklamasın mı?.
Filmin öyküsü güzel.. Ama daha güzeli, seyircisini düşünmeye sevk etmesi..
Üç cümle var, bu dava sırasında duyduğumuz..
Birincisi.. O müthiş Kate Winslet, kendisini sorgulayan yargıca, aslında hepimize soruyor..
"Siz olsaydınız ne yapardınız" diye haykırıyor Kate..
İkincisini, kısa rolünde eşsiz Bruno Ganz, seminerdeki öğrencilerine, aslında gene hepimize söylüyor.. "Ahlak kuralları ayrıdır, hukuk kuralları ayrı. İnsanlar ahlak kuralları değil, kanunlarla yargılanırlar.. Bugünün değil, olayların yaşandığı günlerin kanunlarıyla.."
Üçüncüsü, 300 Yahudinin kapılar dışarıdan kilitli olduğu ve gardiyanlar açmadığı için öldüğü yangından kurtulan ve yıllar sonra o davanın açılmasına sebep olan kadının kızı, o kısa sahnede gene olağanüstü oynayan Lena Olin, Kate Winslet adına kendisini ziyaret eden artık ünlü bir avukat olmuş Kid'e, Ralph Fiennes'e söylüyor.. "Onun için, af arınma istiyorsanız, tiyatroya gidin, edebiyata yönelin, ama toplama kamplarından uzak durun.."
Bu üçüncü cümle, ilk iki cümlenin düşündürmeye başladıklarını tümüyle silmeye yönelik..
"Sebepler ne olursa olsun, o kamplarda işlenen cinayetler ve cinayetlere karışanları affetmek, arındırmak mümkün değildir" diyor, o kampları yaşayan küçük kız.. Auschwitz'i adım adım gezdim.. Ölümün kokusunun sindiği ve hâlâ çıkmadığı insanlık müzesini.. Haftalarca kendime gelemedim.. Bu yüzden Lena'nın dediklerini iliklerime kadar hissettim..
Ama Kate'in ve Bruno Ganz'ın söyledikleri de aklımdan çıkmıyor..
Yargıçlık zor.. Ve de doğru, mutlak doğru bir yargı yok!..
Bu filmi görün.. Mutlak görün.. Siz de düşünmeye başlayacaksınız!..
Hele de insanların bol keseden yargısız infazlara uğradıkları günümüz Türkiye'sinde böyle bir düşüncenin başlaması çok önemli..
İki eliniz kanda olsa gidin.. Mutlak gidin!..
Siz de düşünmeye başlayın!..