Fazla mı parlak olur, "Bir Türk Şarlosu (Charlie Chaplin) ile karşı karşıyayız" dersem..
Evet..
Yazan Mahsun.. Yöneten Mahsun.. Müzik Mahsun.. Baş rolde Mahsun.. Tipik bir Chaplin çalışması değil mi?.. Sahne Işıkları mesela aynen böyle değil miydi?..
Eee.. Başarı da farksız.. O film dünyada ne etki yaptıysa, bu da Türkiye'de onu yaptı.. Öyleyse, alın size Türk Şarlosu..
Hayır..
O zaman Mahsun'un gelecek filmlerine haksızlık yaparız..
Beyaz Melek, bir "İlk" film olarak çarpıcı.. Umut verici.. Ama mükemmel değil henüz.. Bir başyapıt hiç değil..
"Ben Mahsun Kırmızıgül, size çok daha iyilerini yapacağım, bekleyin" diyen bir açılış..
Filmin senaryosuna yönelik, başta bizim Ayşe'nin "Bir öykü yok" deyişine katılmıyorum. Olması şart değil çünkü.. Öyle filmler vardır, hem de çok güzel.. Bir pencere açılır, bir kasabanın, bir ailenin, bir insanın yaşamına.. Bir süre bakılır. Sonra pencere kapanır.. O kadar.. Kaldı ki, Mahsun'un filminde öykü değil, öyküler var.. Her kahramanın ayrı ayrı öyküsü..
Film İstanbul'da bir huzurevine açılan pencereyle başlıyor. Sonra kahramanlarımız minibüse doluşup Diyarbakır yollarına düşünce, yol filmine dönüşüyor.. Son bölümde penceremizi bir aşiret yaşamına açıyoruz bu defa..
Mahsun'un anlatımı iyi.. Kahramanları iyi tanıtıyor.. Sahneler tempolu, rahat ve merakla izlenir.. Yer yer harika çekimler var.. Tuz gölü sahneleri mesela.. Hele de kıpkızıl akşamüstü.. Hiç gidip gördünüz mü?.. Görmediyseniz yazık.. Büyüler insanı.. Cirit oyunu mesela.. Olağanüstü..
Oyuncu yönetimine alkış yetmez.. Dünyanın en zor işidir, tiyatrocuya sinema oynatmak.. Tiyatro rol kesmektir çünkü.. Oysa sinema, sadelik ister.. Mahsun tiyatromuzun devlerini oynatmış üstelik.. Ve de Yıldız Kenter hariç, hepsini sinemacı yapmış. Büyük Yıldız hâlâ teatral..
Kendisi birinci sınıf.. Belinde tabanca ile dolaşan melek kalpli delikanlı.. Zor rol.. Ama inandırıyor Mahsun.. Sevdiriyor.
Müzikler enfes.. Gerçekten enfes..
O zaman..
En büyük yanlışı Mahsun'un, ille de mesaj verme merakı.. Filmde mesaj lafla verildi mi kızıyorum. Ben geri zekâlı mıyım?.. Sen olayı anlat, ben niye anlattığını anlarım.. "Hayır, seyirci anlamaz. Bu yüzden lafımı oyunculardan birine söyleteyim" dedin mi filmin böyle klişelere boğulur ve düşer..
Mahsun, durmadan, bıkmadan, usanmadan hem de yanlış mesaj veriyor..
Huzurevleri tukakadır.. Aile büyüklerini bu evlere bırakanlar kötü insanlardır. Kötü insanlar şehirlerde, büyük şehirlerde yaşar. Kasaba insanı, Anadolu insanı, hele de Kürt aşiret insanı mükemmeldir..
Öyle mi?..
Benim çoluk çocuğum yok.. Ama yarın bana bakacak tonla yakınım var. Ne var ki ben elden ayaktan kesilirsem, bunların hiçbirine yük olmak istemem.. Gider huzurevinde üstelik kendi yaşıtlarım arasında güle oynaya yaşarım. Sevdiklerim ziyaretime gelir, ben onların evine giderim.. Ama sonunda kendi evime, huzur bulduğum, kimseye ağırlık olmadığım, kimsenin bana "Bu niye burada" diye bakmadığına emin olduğum yere, huzurevine dönerim. Çocuklarım da olsaydı, düşüncem değişmezdi. Ben tekerlekli sandalyede yaşayan emekli binbaşı Erol Günaydın'ın yerinde olsam, birlikte yaşamaktan çok mutlu olduğum Huzurevi arkadaşlarımla kalmayı tercih ederdim mesela, eve dönmek yerine..
Ayrıca..
100 metrekare, iki oda, bakla sofa evlerde yaşam artık eskisi gibi değil.. Hele de kiraya zor yeten maaşlarla, Mahsun.. Yani, kentlerde, hele günümüzün çarpık kentlerinde yaşam, Anadolu aşireti, 40 kişi bir arada komünal yaşama benzemez.. Büyük aile devri kentlerde bitti. Çocuklar bile evden taşınmak için evlenmeyi beklemiyor artık..
Huzurevleri, çok önemli bir toplumsal sorunu çözen kutsal mekânlardır. Bunları kuran ve yaşatanlar da kutsal kişilerdir..
Kaldı ki, Mahsun'un anlatmak istediklerini yıllar yıllar önce Edmond Morris, Tahta Çanaklar adlı minik oyunu ile çok dokunaklı yazmış, bu oyun bizim okuma kitaplarımıza öykü olarak girmiş, 50'li yıllarda Devlet Tiyatrosu'nda Yıldırım Önal muhteşem oynamış, 60'lı yıllarda da Memduh Ün, Halit Refiğ senaryosu ve Salih Tozan'ın unutulmaz "Büyükbaba" kompozisyonuyla harika bir Kırık Çanaklar filmi yapıp işi bitirmişti.
Diyarbakır insanlarını harika anlatmış Mahsun.. Kürtleri.. Ben Kürtler içinde çok yaşadım. Kürt insanı çok yakınım oldu. Genelde aynen Mahsun'un anlattığı gibidirler.. Onları kendimden ayırmam.. Ayırmadım.. Hele günümüzde, PKK yüzünden, ya da bahanesi ile Kürt düşmanı bir hava yaratılırken, bu sahneler iyi de olmuş belki..
Ama ne var ki, tüm Anadolu insanı böyledir, Mahsun.. Sadece Kürtler değil.. Araya Kürtçe laflar sıkıştırıp, bu iyi insanların ille de Kürtler olduğunun altını böyle çizmeseydin keşke.. Bıraksaydın biz anlasaydık, onların ne aşireti olduğunu.. Sen "Anadolu insanı işte bu" deyip geçseydin..
Haaa.. Filmin hiçbir sahnesinde ağlamak içimden gelmedi. Ağlatmak için çekilen sahneler bende ters etki yapıyor belki.. Bir de ben, ağlanacak şeylere ağlamıyorum. Hayat boyu da ağlamadım.. Beni mutluluk ağlatır.. Mutlu sahneler duygulandırır.. Ayrılıklar değil, kavuşmalar ıslatır yanaklarımı..
Filmde ölmesi beklenenler ölürken, yani yaşamın gerçekleri yürürken niye ağlayayım ki.. Hüzünle kabullenirim, o kadar.
Ama "Hain" damadın, Huzurevine, elinde çiçekle geldiği o mutlu sahnede ağlayabilirdim işte.. O beklenmedik bir sahneydi çünkü.. Doğanın gereği değil, insanın istemine bağlı bir gelişme.. Ailenin yeniden bir araya geldiği ve birbirine sevgi ile sarıldığı o sahne bir tek, zorladı beni..
Son söz.. Hemen kolları sıva Mahsun.. Yenisine hemen başla..