Beklenmedik derecede çabuk bir şekilde Libya krizi "savaş" boyutuna ulaştı. Ne Türkiye, ne ABD, ne NATO ve AB, ne de Arap Birliği işin bu boyuta gelmesini isterdi. Keşke Kaddafi Tunus ve Mısır'da yaşanan halk hareketleri sonrasında olduğu gibi, siyasi iktidarı fazla kan dökülmeden bıraksaydı. Nasıl bu noktaya geldik? Analize, Beyaz Saray'da müdahale kararı nasıl alındı, oradan başlayalım. Obama için çok zor oldu bu karar. Ne de olsa, Irak savaşına karşı çıkmış ve Afganistan'da savaşa isteksiz şekilde devam eden bir lider Obama. Şimdi Libya'da yeni bir maceraya atılmak konusunda en ufak bir isteği yoktu Beyaz Saray'ın. Peki, nasıl oldu da bir hafta içinde işler birden yön değiştirdi? Üç temel faktöre dikkat çekmek gerekiyor. Her şeyden önce Kaddafi'nin rasyonel bir aktör olmayışı belirleyici oldu. Kaddafi'nin ülkedeki isyana ve kendisine başkaldıran Bingazi halkına karşı toplu kıyımlara girişecek kadar deli oluşu hesapları değiştirdi. Yüz binlerce isyancının Kaddafi tarafından öldürülmesine seyirci kalma riskini göze almak istemedi Amerika.
Beyaz Saray'ın kararında önemli rol oynayan ikinci faktör uluslararası desteğin müdahaleden yana olmasıydı. Obama için bu savaşın "Amerika'nın emperyalist savaşı" haline gelmemesi çok önemliydi. Obama'nın belki askeri müdahaleden daha çok çekindiği ve istemediği bir şey varsa, o da Amerika'nın tek başına, arkasında uluslararası toplum olmadan hareket etmesiydi. Arap Birliği ve Avrupa'nın desteği bu nedenle çok önemliydi. Keza, BM Güvenlik Konseyi'nin sivilleri korumak amacıyla Kaddafi rejimine karşı her türlü tedbirin alınmasını öngören tasarıyı ağırlıklı oy çokluğu ile kabul etmesi müdahaleyi uluslararası hukuk açısından meşru hale getirdi. Sonuç olarak, bugün gelinen noktada Libya'ya askeri müdahalenin arkasında sadece Amerika yok. BM çatısı altında, hem Avrupa hem de Arap ülkelerini kapsayan geniş bir gönüllüler koalisyonu ABD ile beraber hareket ediyor. Washington için Fransa ve İngiltere'nin ön planda olması ve Katar, Lübnan, Mısır gibi bölge ülkelerinin müdahaleden yana olması çok önemli.
Obama'yı müdahale etmeye zorlayan üçüncü faktör kabine içindeki ve Washington genelindeki siyasi dengelerin değişmesi oldu. Savunma Bakanı Robert Gates, Ulusal Güvenlik Danışmanı Tom Donilon ve Terörle Mücadele Başkanı John Brennan başından beri askeri müdahale konusunda isteksiz, "realist" kamptaydılar. Onlara karşı "idealist" ve müdahale yanlısı kampta bulunan isimler şunlardı: Rwanda soykırımı sırasında Dışişleri Bakan Yardımcı ve halen BM Temsilcisi olan Susan Rice, Senato'dan John Kerry, John McCain, Joe Lieberman gibi isimler ve de Beyaz Saray'da insan hakları dairesi direktörü Samanta Power. Hillary Clinton kararsız görünüyordu. Sonuç olarak, Clinton'ın müdahale taraftarı kampa geçmesi ve uluslararası toplumu sürüklemesi dengeyi değiştiren unsur oldu.
Şimdi gelelim Türkiye'nin rolünün Washington'dan nasıl gözüktüğüne. Algılama her zaman kendi gerçeğini yaratır. Hükümet, krizin ilk haftalarından itibaren Libya'ya olası bir müdahaleye karşı sert tutum takındı. Bu durum kimi çevrelerde imkânsız bir denge arayışı ve bazen de "Kaddafi yandaşlığı" olarak algılandı. Belki de en önemlisi, Türkiye'nin kendisinin Libya'da 30 milyar dolarlık müteahhitlik yatırımı varken, Ankara'nın sürekli olarak Batı'yı Libya'da ekonomik çıkar peşinde koşuyor olmakla suçlamasına pek anlam veremedi Washington.
Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye'nin Batı'ya karşı hep son derece kuşkucu bakıyor olmasından sıkılmış durumda birçok Amerikalı yetkili. Onlara göre Türkiye'nin NATO içinde yer alan tek Müslüman ülke olarak artık "Batı'nın her müdahalesi yarardan fazla zarar getirir" zihniyetini aşması gerekiyor. Batı'yı hep "oryantalist" bir önyargı içinde olmakla suçlayan AK Parti'nin, bazen kendisinin aynı şekilde "oksidantalist" önyargılar içinde oluşundan şikâyetçiler.