WASHİNGTON
Kürt meselesinde hep dış mihrakları suçlayan söylemden kurtulmanın en temel şartı tarihimize objektif bakabilmek. Sorulması gereken en temel sorulardan biri neden 1925-38 döneminde 17 Kürt ayaklanması yaşandığıdır? Sürekli duyageldiğimiz "İngilizler kışkırttı" dışında bir cevap arıyorsanız işiniz zor. Oysa biraz bu komplocu mantık ve söylemin dışına çıkınca işin özünde dış kışkırtmadan çok daha önemli sosyal, siyasi ve ekonomik dinamikler olduğu anlaşılıyor.
Temel sorun Osmanlı döneminde Kürtlerin yarı bağımsız bir konuma sahip olmasıydı. Kürt beylikleri yüzyıllar boyunca merkezi devlet kurumlarından bihaber yaşadı. İmparatorluk döneminde İstanbul'a ne vergi ne de asker vermeden feodal düzenlerine devam ettiler.
Osmanlı ile Kürt eyaletlerini bir arada tutan iki unsur vardı. Birincisi Hilafet kurumu, yani din. İkincisiyse 19. yüzyıl boyunca gittikçe artmakta olan Ermeni milliyetçiliği. Sultan Abdülhamit'in Kürtlere kurdurduğu Hamidiye alayları bu iki unsuru birden içeriyordu. Peki 1925 Seyh Said isyanına geldiğimizde manzara nasıldı? Hilafet kaldırılmış ve Ermeni tehdidi "yok" edilmiş, onun yerine vergi, askerlik, laikik, ulusdevlet, Türk milliyetçiliği ve merkeziyetçilik içeren yeni bir siyasi düzenin ilk belirtileri gelmişti. Üstüne üstlük Kürt şeyh ve ağalarının gözünde bütün bu yeni uygulamalar hilafeti kurtarmak amacıyla destek verdikleri ortak kurtuluş mücadelesi sonrası gerçekleşmekteydi. Şeyh Said'den başlayarak, 1938 Ağrı isyanına kadar giden Kürt isyanlarına bu çerçeveden bakınca "İngiliz kışkırtması" gibi basite indirgemeci açıklamalar anlamsızlaşıyor haliyle. Mesele özünde asimilasyona ve merkezileştirmeye direnişten ibarettir.
Sonuç olarak Kürtİslam ayaklanmaları Cumhuriyet'in ilk 20 yılına damgasını vurmuştur ve yeni kurulan Cumhuriyet ciddi bir travma geçirmiştir. Bu travma yavaş yavaş 1940'ların sonuna doğru çok partili döneme geçiş sayesinde hafiflemiştir. Sovyet tehdidi, Marshall yardımı, Truman doktrini ve NATO'ya girmek gibi dış dinamiklerin de zorlamasıyla, Türkiye demokrasi ve çok partili hayata geçince ülkenin siyasi konjonktürü Soğuk Savaş ile beraber değişmeye başlamıştır.
Doğu'da asimilasyon başarısız
Bu yeni dönemde Kürtçü ve İslamdireniş yerini sağ ve sol kutuplaşmaya bırakmaya başlamıştır. Soğuk savaş döneminin ideolojik ortamı ülkenin kimlik sorunlarını bastırmıştır. Tabii ki ne Kürtçü ne de İslamcı kimlikler birden yok olmuştur. İslamcılık yavaş yavaş anti-komünist sağ ideoloji ve Türk milliyetçiliğiyle kaynaşırken, Kürtçülük kendine sosyalizm içinde (Devrimci Doğu Dernekleri gibi yapılarda) yer bulmuştur. Bu dönemde aktivist Kürtler sorunlarını etnik değil sınıfsal görmüşlerdir. Kürt kökenli toprak ağaları ise gerek CHP gerek Demokrat Parti-Adalet Partisi çizgisinde asimile olmuşlar, Meclis'te yerlerini oy getiren kişiler olarak almışlardır.
1950-1980 sürecinde Kürtlerin asimilasyonu Batı Anadolu'ya göç eden Kürtler üzerinde başarılı olurken, Doğu'daki asimilasyon politikası siyasi baskılar ve de sosyoekonomik yetersizlik nedeniyle başarısızlığa uğramıştır.
12 Eylül döneminde Diyarbakır Askeri Cezaevi'ndeki işkenceler Kürtçülük akımını daha da güçlendirmiş ve bu baskıya paralel olarak Kürt gençleri çareyi dağa çıkmakta ve PKK'ya katılmakta bulmuşlardır. Böylece 1984 sonrasında Cumhuriyet'in kuruluş dönemindekine benzer bir Kürt ayaklanmasıyla karşı karşıya kalan Ankara tarihinin en zor etnik sorunuyla bir kez daha hesaplaşmak zorunda kalıyordu. Bu tabloya 1994 sonrasında siyasi İslam'ın yükselişi de eklenince rejimin Kemalist refleksleri bütünüyle alarma geçti.
Bugün gelinen noktada Türkiye, gerek Kürt meselesi, gerek siyasi İslam ile mücadelesinde olumlu bir dış dinamiğe ihtiyaç duymaktadır. Bu dış dinamik büyük oranda AB'nin ta kendisidir. Söyle bir düşünün, AB ile ilişkilerin zora girdiği bir Türkiye'de Kürt meselesi, başörtüsü, askersivil ilişkisi gibi en zor konularda toplumsal uzlaşma olur mu? Olamayacağını son 3 yıldır hep beraber görüyoruz.