Osman Necmi (Nuri değil!) Karaca, Babıali denilen gayya kuyusunda tanıdığım en olgun, en sevecen, en alçakgönüllü, en anlayışlı insanlardan biri. Bende büyük emeği, ONK Ajans'ın da büyük yeri var. Yıllarım dünyanın en güzel ortamlarından birinde geçti. Osman Bey'i hep bir ağabey, ONK'u da yuvam bildim.
Şimdi 50. yılını kutlayan ONK'tan söz etmiştim geçen hafta. Ama orada yaşadıklarım anlatmakla tükenecek gibi değil. Bugün de birkaç anımdan söz edeyim.
***
1970'ler. ONK Ajans'ta çalışıyorum. Osman Necmi Karaca'nın yanında. Cağaloğlu'nda eski bir hanın ikinci katındayız. Tek odada, karşılıklı iki masadayız. Bir de üç metrekarelik arşiv odamız var. Yerli yabancı birçok yazarın, yayınevinin temsilciliğini yapıyoruz. Onların kitaplarının, oyunlarının yayımlanmasını, sahnelenmesini sağlıyoruz. Temsilcisi olduğumuz yerli yazarlar arasında
Aziz Nesin,
Orhan Kemal,
Haldun Taner gibi ünlüler var.
Bir gün yaşlıca bir adam geldi Ajansa. Dosdoğru Osman Bey'in yanına gitti.
"İyi günler, Ülkü Bey," dedi.
Osman Bey beni gösterdi. Adam masama yöneldi. Kendini tanıttı.
"Antepli dostlarınızın tavsiyesiyle geliyorum," dedi.
"Sizden bir ricam var."
Yıllardır yerel gazetelerde yazılar yazıyormuş. Çoğu belediyelerle ilgiliymiş. Sözgelimi, Urfa'da Kebapçı Mahmut'un dükkânından yayılan dumanların çevreyi rahatsız ettiği, Diyarbakır'da çöpçü Reşit'in çöpleri toplarken sokağı kirlettiği, Antep'te meyan şerbetçisi Ökkeş'in taslarını boyuna çıngırdatmasının doğru olmadığı gibi konularda zehir zemberek yazıları yayımlanmış.
"Bunları kitap olarak bastırmak istiyorum," dedi.
"Sizin tanıdığınız yayınevleri varmış."
Umutsuz bir durum. Ama kırmak olmaz.
"Siz bırakın yazılarınızı, yayınevlerine gösterelim," dedim.
Sözümü bitirir bitirmez yerinden fırladı adam. Çıktı gitti. Osman Bey'le şaşkınlıkla baktık birbirimize.
"Onu kıracak bir şey mi söyledim?" dedim.
Osman Bey daha ağzını açmadan adam yine daldı odaya. Elinde koca bir bavul. Kapının önüne bırakmış meğer.
Bavulu kaldırdı, masamın üstüne koydu.
"Nedir bu?" dedim.
"Eserim."
"Ne eseri?"
Adam bavulu açtı. İçi silme dosya dolu. Dosyaların içinde gazete kesikleri. Yayımlanmış yazıları.
"Aman," dedim.
"Burada yüz kitap var."
Adam gururla gülümsedi.
"Bunlar seçtiklerim."
"Hepsini gösterirsek yayınevlerinin gözü korkar," dedim.
"Siz bir tek dosya bırakın. Örnek diye. Onu gösterelim."
Uzun pazarlıklardan sonra adam beş dosya bırakmaya razı oldu.
Yazık... Yayıncılar hiçbirinin değerini anlayamadı.
***
Bir ara
"toplumcu" tiyatrolar enflasyonu vardı. Onlarca topluluk Anadolu'yu dolaşıyordu.
Günün birinde Aziz Nesin geldi. Öfkeliydi. Bir afiş çıkardı.
"Şuna bakın," dedi.
"Benim oyunu oynuyorlar. Siz izin verdiniz mi?"
"Yoo," dedi Osman Bey.
"Haberimiz bile yok."
Topluluğa noter kanalıyla bir protesto çekildi. Oyunu durdurmaları istendi.
Üç gün sonra tiyatronun yöneticisi damladı Ajansa. Parkalı bir genç.
Osman Bey,
"Yazarından izin almadan oyununu oynamak devrimciliğe sığar mı?" diye sordu.
"Olmaz öyle şey!" diye bağırdı genç.
"Devrimci, emeğe saygılıdır. Biz Anadolu'da dolaşırken bazı tiyatrolara rastlıyoruz. Yazarından izin almadan oynadıklarını öğrenirsek, toplulukta kim varsa hepsinin ağzını burnunu dağıtıyoruz. Böyle bir şeye izin verilemez. Emek kutsaldır. Yazarın emeğini sömürmek devrimciye yakışmaz."
"Peki ama," dedi Osman Bey,
"sizin yaptığınız da aynı şey değil mi?"
Gencin yanıtı kısaydı:
"Sosyalist mücadele döneminde böyle karışıklıklar olur bazen."
***
Boynuz kulağı geçti zamanla, televizyonculuk öne çıktı. ONK'un yanısıra bir başka şirket kurduk. ONK, Osman Necmi Karaca'nın baş harflerinden oluşmuştu; yeni şirket, MAG TV'de, Osman Bey'in oğullarının, Mehmet'le Ali Şevket'in ve eşi Güler Hanım'ın adlarının baş harflerinden oluşuyordu.
Abdi İpekçi'nin önerisiyle Milliyet Yayınları'na geçtim. Oradaki serüvenim noktalanınca ONK'a döndüm yine. Taksim'e, çok daha güzel bir büroya taşındık. Çalışanların sayısı arttı.
O arada okulu bitiren Mehmet de katıldı bize. İşe yardımcılığımla başladı. Kısa sürede yetişti, usta oldu. ONK'dan ayrılırken içim rahattı artık.