Sinema mevsimi başladı. Gerçi eskisi kadar boş geçmiyor yazlar, ama yine de Ekim'e tat veren olaylardan biri de sinema mevsiminin açılması...
Şimdi 27 yıl öncesine dönüyor, bir sinema mevsimini nasıl açtığımızı hatırlıyorum.
Yayıncılığın yanı sıra filmcilik de yaptığım dönem. Getirttiğim ilk film, Fellini'nin Amarcord'u ortalığı kasıp kavurmuş, yılın en çok iş yapan ikinci filmi olmuş. Nitelikli yapıtların özlemi içindeki seyirciyi yeniden sinemalara çekmiş.
O yılları bugünkü ortama göre değerlendirmemek gerekiyor. Şimdi sinemaya gidecekseniz, bazen seçim yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bir yerde mutlaka gönlünüzce bir film bulabiliyorsunuz. Ama 70'lerde, 80'lerin ilk yarısında öyle miydi? Sinema seyircisi yok olmuştu sanki. Kayıplara karışmıştı. Tenha salonlarda ya yirminci sınıf serüven filmleri ya da Beş Dakkada Beşiktaş'lar oynatılıyordu.
***
İşte o dönemde Amarcord'u getirttiğim zaman herkes bana tımarhanelik deli gözüyle baktı. İsmet Kurtuluş dışında. Onun hiçbir zaman eksik etmediği büyük desteğini unutamam. Emek Sineması'nı açtı bize. As Sineması'yla, Kızıltoprak Kent Sineması'yla bağlantı kurdu. Filmin işletmesini üstlendi.
Büyük bir patlama yaptı Amarcord. İlk gösterimde haftalarca afişte kaldı. Bir bakıma öncülük etti. Teneke Trampet'in, Masumlar'ın ülkemize getirilmesini sağladı bir bakıma. Bunları nitelikli başka filmler izledi.
***
Sinemacılık serüvenine atılmıştım. Yola çıkmıştım bir kere. Artık duramazdım. İkinci filmimi Macaristan'dan aldım. Zoltan Fabri'nin Macarlar'ını (Magyarok) getirttim.
Yine eleştiriler başladı. Açık açık yüzüme söylüyorlardı: "Bir balık yakaladın. Attığın zar düşeş geldi. Macar filmi alınır mı! İşte şimdi batacaksın."
Üstelik filmi Macarca oynatacağım duyulunca resmen dalga geçmeye başladılar. Bugün zaman zaman çok önemli filmler getiren bir işletmeci kahkahayı basıyordu: "Milletin kulaklarının pası silinecek. Macarcayı özlemişlerdir. Sayende iki saat 'egeş şegere' dinleyecekler!"
Ben ağzımı açmıyordum; ön eleştirileri İsmet Kurtuluş aslanlar gibi göğüslüyordu.
Macarlar'la birlikte bir yenilik daha yaptım.
Filmlerin altyazılarını basan tek şirket vardı: Filmatik. Yazılar daktiloyla yazılıyor, klişeye alınıp film üstüne basılıyordu. Bazen okunmayacak derecede silik oluyor, sık sık dizgi yanlışlarına rastlanıyordu.
Macarlar'ın altyazılarını yayınevindeki elektronik dizgi makinesinde dizdirdim. Filmatik'e götürüp bıraktım.
Şirketin sahibi Bülent Bey, İsmet Kurtuluş'u aramış ertesi gün. "Ben bu altyazıları basmam," demiş. Nedenini sormuş İsmet Bey. Bülent Bey, "Bende bu dizgiden yok. Şimdi herkes bu tür yazılar isterse ne yaparım?" demiş. "Kolayı var," demiş İsmet Bey. "Bu yazıdan isteyen olursa müşterinden farklı fiyat alır, yayınevine dizdirirsin."
Aynı gün öğleden sonra yayınevine damladı Bülent Bey. Elinde bizim altyazılar. Masaya bıraktı. "Ülkü Bey, ben bu yazıları basmam. Ancak bizim daktiloyla yeniden yazdırırsam basarım," dedi.
"Filmin sahibi ben değil miyim?" dedim. "Ne tür yazı istiyorsam ondan bastırırım."
"Basmam."
"Basarsın."
Çare yok. Bülent Beyi bizim dizgi makinesinin başına götürdüm. O zamanki dizgi makinesi şimdiki bilgisayarlar gibi değil. Kocaman silindirleri olan, iki metre yüksekliğinde, dört metre uzunluğunda bir alamet.
"Bak, Bülent Bey," dedim, "Bu makineyi görüyor musun? Zeytinyağlı dolma hariç, her şeyi yapar. Madem istemiyorsun, altyazıları basma. Biz çaresine bakarız."
Bülent Bey bir an düşündü. Makinenin altyazı da basabileceğinden kuşkulandı, bizim yayınevinin Filmatik'e rakip olarak piyasaya girebileceğinden korktu.
"Tamam, Ülkü Bey, tamam," dedi. "Sen ver yazıları. Ben pırıl pırıl basarım. Filmatik bir işe daha öncülük etsin."
Macarlar da büyük iş yaptı. Filmin üçüncü haftasında, benimle "egeş şegere" diye dalga geçen işletmeci, elinde bir listeyle geldi. "Yahu, Ülkü," dedi, "Şuna bir göz atsana. Hangi filmleri alayım? Sen yeter ki söyle, ne dersen alacağım. Değil 'egeş şegere'li Macar filmi, isterse 'çukçi mukçi'li Eskimo filmi olsun."
Bir an durdu; ekledi: "Vallahi, sana da, bizim seyirciye de akıl erdiremedim."