"Kaynanam falcı karı..."
"Aldatırım ben aldanmam / Cici beyim mantara basmam..."
"Bana derler fındık kurdu / Çok aşıklar hapı yuttu..."
"Katina'nın elinde makası / Dikemez, ah, dikemez..."
Bunlarla günümüz pop müziği sözleri arasında temelde bir ayrılık görüyor musunuz? Belki tek fark, bunların daha düzgün bir Türkçeyle yazılmış olması.
Mustafa Sandal'ların, Serdar Ortaç'ların yaşamadığı bir dönemin pop müziğiydi kanto. Yazık ki, o zamanlar televizyon yokmuş. Yoksa Deniz Kızı Eftelya'lar, Peruz'lar sadece Şehzadebaşı'nda üç-beş çapkını yakmakla kalmaz, bütün yurdu kasıp kavururlardı. Yazın avlularda, kışın tandır başlarında, sobaların çevrelerinde oruç bozanlar, iftardan sonra kalkıp şıkır şıkır göbek atmaya başlarlardı.
Öyle ya, şimdi bile Ramazan eğlencesi deyince ilk akla gelen kanto oluyor. Neredeyse Ramazanla kanto özdeşleştiriliyor. Sanki kanto olmasa, Mardin'deki, Trabzon'daki Müslümanımız Ramazanın keyfini tam anlamıyla çıkaramayacak; birşeyler eksik kalacak.
Kanto da bir müzik türü. Ben sevmem. Başkaları sevebilir. Öteki müzik türlerini olduğu gibi. Benim eleştirdiğim, kantonun anlamının, değerinin, işlevinin abartılması.
Bir de geçmişin özlemi içinde, kanto deyince yüreği hoplayanlar var. Neredeyse hiçbiri Direklerarası'nı yaşamamış. Yaşları buna uygun değil. Ama "kantolu günler" i, okuduklarının, dinlediklerinin etkisiyle, özlemle anıyorlar. Günümüz pop müziği ise tüylerini ürpertiyor.
Kantoya bayılanların, kantolarla kendilerinden geçenlerin bugünün pop'unu küçümsemeye hakları var mı?
***
Arabeski duygulandırma
Televizyonda doğal felaket haberlerini izlerken "arabesk duygulandırma geleneğimiz" in sapasağlam yerinde durduğunu görüyoruz. Bu geleneği yaratan müteahhit ne dirençli bir yapı kurmuş meğer.
Görüntüler, olayı, acıyı anlatıyor zaten. Ama eline mikrofonu alan, aklınca bu acıyı katmerlendirecek... Ne kadar çırpınırsa o kadar başarılı olacağını, seyircisinden de, yöneticisinden de aferin alacağını sanıyor. Arabeskin en ağdalısına, şiirin en kötüsüne sığınıyor. Neredeyse yanında Müslüm Gürses'i götürüp iki şarkı da ona söyletecek.
Uzun yıllar önce bir Amerikan dergisinde, sanırım "Saturday Evening Post" da yayımlanmış bir yazıyı hatırlıyorum. Yazı, bu tür yaklaşımın eleştirisinden sonra bir fıkrayla sona eriyordu. Gazeteyi televizyona çevirerek aktarıyorum:
Bir televizyon muhabiri deprem bölgesine koşturmuş. Almış eline mikrofonu, kameranın karşısında titreyen sesiyle konuşuyor:
"Her yan, arkalarında yürekleri kan içinde anneler bırakan yavruların, yaşamları kaderin kör bıçağıyla ansızın kesilen genç kızların, betonların altında son nefeslerini verirken nişanlılarının adlarını sayıklayan delikanlıların cesetleriyle dolu. Bu cehennem gecesinde, deprem kurbanlarını bir kefen gibi örten göğün altında Tanrı bile yalnız bırakmış onları. Sadece Azrail, yükselen yıkıntıların arkasından gülümseyerek bakıyor cesetlere..."
Haber Müdürü, muhabirin sözünü kesmiş heyecanla:
"Bırak cesetleri şimdi. Azrail'le bir konuşma yap. Mümkünse canlı yayına çıkaralım."
***
Bu banka başka banka
Bir Amerikan filmi izliyorduk televizyonda. Komedi. Yarışmacılar. Kendilerine soru sorulacak. Çeşitli konulardan seçim yapmaları isteniyor.
Konulardan biri "Kronolojik farohlar".
"Bu da ne ola ki?" diye düşünürken ekranda konunun İngilizcesi yazıldı:
"Chronology of the Pharoahs". Yani "Firavunlar Kronolojisi".
Yine aynı filmde, yarışmacı aileyi Paris'te görüyoruz. Gün sonunda, anne mi, baba mı, şimdi hatırlamıyorum, biri soruyor: "Left Bankası'nı gördünüz mü?"
Amerikalı aile Paris'te Ziraat Bankası'yla ilgilenecek değil ya, herhalde Left
Bankası diye daha önce adını hiç işitmediğimiz, görülmesi gereken bir banka vardır derken...
Jeton düşüyor: "Left Bank".
Left Bank... Yani Sol Yaka... Seine'in sol kıyısı. Bizde nasıl İstanbul'un Asya yakası, Avrupa yakası varsa, Paris'in de sağ yakası, sol yakası var.
Ne yapalım, oluyor böyle şeyler! Türkçeden kendi diline şiir çeviren bir İngiliz, bir şiirin başlığını, "Koşma" yı, "koşmak" fiilinden yola çıkarak "Don't Run" yapmamış mıydı!