T.S. Eliot, bir şiirinde "Ayların en zalimidir Eylül" diyor. Üç gülmece ustamızı düşünüyorum da, "Galiba Temmuz da Eylül'ü aratmıyor," diyorum.
6 Temmuz: Aziz Nesin ... 7 Temmuz: Rıfat Ilgaz ... 26 Temmuz: Oğuz Aral ...
Kalemlerini, fırçalarını bıraktıkları günler.
***
Bir gün Aziz Nesin'e sormuştum: "Şu kadar kitap yazdınız.
Sadece o kitapları okumak için en az ne kadar zaman gereklidir, hiç hesapladınız mı?"
Gülmüştü.
Yalnız yazar değil, sürekli okuyan bir sanatçıydı Aziz Nesin.
İnanılmaz derecede üretken olacaksın, kimbilir kaç ömre yetecek sayıda kitap yazacaksın... Bunun yanısıra dünyanın kitabını okuyacaksın. Üstelik okuduğun kitapların herbiri için sayfalar dolusu ayrıntılı notlar tutacaksın...
Kimi yazarlar vardır, okumazlar. Özellikle Amerikan edebiyatında "Ben okur değilim, yazarım" diyen nice önemli yazar vardır. Yaşamın kendisiyle beslenirler. (Elbette sadece okuduklarıyla beslenen yazarlar da vardır.)
Aziz Nesin'in kaynağı yaşamın kendisiydi. Ama bu kaynağı sürekli okuyarak zenginleştiriyordu.
Bizim yaşamlarımızı da.
***
"O, çağımıza onur veren namuslu kişiliklerden birisidir. Hiçbir çile, hiçbir acı, hiçbir engel, hiçbir bela, onu insanlık yolundan döndürememiştir. Onun elinin değdiği her şey altın olmuştur. Mizah yazmıştır, en güzelini. Şiir yazmıştır, ülkemiz şiirinin en güzel örneklerinden. Romanı, hikayesi de öyle. O, bizim edebiyatımızın doruklarından biridir."
Bunları Yaşar Kemal yazmış.
Rıfat Ilgaz için.
Rıfat Ilgaz, Hababam Sınıfı'nın yazarı olarak ünlenmişti. Ama her şeyden önce şairdi. Bizim kuşak biraz geç tanıdı onu. Edebiyatla ilgilenmeye başladığımızda Sınıf kitabı kırmızı bir kapakla yayımlandığı, "yazarı hasta ruhlu olduğu ve edebi açıdan hiçbir değer taşımadığı" için toplatılmış, şairi de cezaevini boylamıştı.
Sonra yıllarca, Markopaşa serüvenini saymazsak, Rıfat Ilgaz adı edebiyatçı olarak görülmedi. Ne dergilerde, ne kitap kapaklarında.
Ilgaz'ı geniş okur kitlesine tanıtan yapıtı Hababam Sınıfı oldu. Cezaevi sonrası İlhan Selçuk'un yönettiği Dolmuş dergisine takma adlarla yazılar yazıyordu sanatçı. Hababam Sınıfı da çok uzun süre Stepne imzasıyla yayımlandı. Dizinin ilk kitabı bile bu imzayla çıktı.
1940-1950 yılları, bana göre şiirimizin Altın Çağı'ydı. Dağlarca'lar, Necatigil'ler, Orhan Veli'ler, Oktay Rifat'lar, Melih Cevdet'ler, Cumalı'lar, Külebi'ler, Ziya Osman'lar, Tarancı'lar "şiir gibi şiir" yazıyorlardı.
Rıfat Ilgaz da o dönemde toplumcu şiir anlayışının güzel örneklerini yaratmıştı. Yakın zamanlardaki "ortaklaşa" bir dille söylenivermiş, altına kimin imzasını atarsanız atın farketmeyecek şiirlerden değildi onlar. Sloganlardan, çarpıcı sözcüklerden değil, sevgiden kaynaklanıyordu.
Oyunlara sığınmayan yalın, aydınlık, umutla örülmüş bir şiirdi onunki de.
***
Virgülün Başından Geçenler kitabım yayımlanacaktı. İçinde resimler de olsun istiyordum. Aklıma gelen, ilk değil, tek ad Oğuz Aral oldu. Şiirleri götürdüm ona. Kısa süre sonra, üstelik o inanılmaz yoğunlukta işleri arasında, olağanüstü güzellikte çizgilerle çıkageldi. Ne kadar üstelediysem beş kuruş almadı, çizgilerini armağan etti. Benim açımdan da, bugün o kitaptan söz eden bazı okurlarım açısından da, şiirlerle çizgiler "bütünleşti".
Oğuz'la bir işbirliğim daha oldu. Dilimize çevirdiğim tek kişilik bir oyunu,
Müşfik Kenter'in oynadığı Van Gogh'u sahneye koydu.
Oğuz'da, hani "Tanrı vergisi" derler ya, işte öyle bir yetenek vardı. Ama o yeteneğini sürekli beslemeyi başarmış bir sanatçıydı Oğuz. Sanatın öteki dallarıyla da, özellikle müzik, tiyatro ve edebiyatla, ilişkiler kurmuş, bu ilişkilerini uzmanlık düzeyine getirmeyi bilmişti. Bakmayın karikatürcü olarak tanındığına, Oğuz aynı zamanda müzikçiydi, tiyatrocuydu, yazardı.
Bazı gülmece yazarlarımızı okurken bir fıkra geliyor aklıma: Adamın biri, konuk olduğu evde bir fıkra anlatmak istemiş. Ama bir türlü olanak bulamamış buna. Kıvranıp durmuş. Sonunda evden ayrılırken, kapının yanında, duvarda bir tüfek görmüş. Onu indirip basmış tetiğe. "Tüfek patladı da," demiş, "aklıma bir fıkra geldi."
Espriyi patlatabilmek için önce tüfeği patlatmak... Oğuz kesinlikle bu tür bir zorlamanın içinde değildi. Gülmece öğesi yapıtının içinde kendiliğinden varoluyordu.
Masa başında yaratılmıyordu çünkü, yaşamından kaynaklanıyordu.