Bizi doğrudan ilgilendiren ya da ilgilendirmeyen önemli gelişmeler yaşanıyor bölgemizde ve dünyada. Son olarak Pakistan'da Başbakan İmran Khan, Pakistan Ulusal Meclisi'nde yapılan güven oylamasında yeterli oyu alamayarak düşürüldü. Pakistan'da güvensizlik oyuyla görevden düşen ilk Başbakan olan Khan'ın iddiaları önemli; 3 Nisan'da partilileriyle yaptığı toplantıda hükümeti devirmek için yapılanlarda ABD Dışişleri Bakanı'nın Güney ve Orta Asya İlişkilerinden Sorumlu Yardımcısı Donald Lu'nun olduğunu söyledi. Bundan bir gün önce de kamuoyuna; muhalefetin bu girişiminin ABD'nin iç işlerine açık müdahalesi olduğunu açıkladı. ABD'den tehdit mektubu aldığı söyledi. Bütün bu saldırıların da Rusya ile bağımsız bir politika izlediği ve Rusya-Ukrayna savaşının başladığı gün Moskova'da Putin ile yaptığı görüşme sonrası hızlandığını iddia etti. İktidarının başından bu yana iyi ilişkilerde olduğu Pakistan Ordusu da, bu süreçte kendisinden desteğini çektiğini Kara Kuvvetleri Komutanı Komar Camid Bacva'nın şu sözleriyle ifade edilmişti aslında; "Pakistan ile Rusya arasındaki ilişki, diğer ülkelerle ikili ilişkileri riske atmadan düzenlenmeli. ABD ile iyi ilişkinin sürmesini istiyoruz." Pakistan Meclisi'ndeki oylamadan az önce bir açıklama daha yaptı İmran Khan: "ABD'ye asker olan yöneticilerimiz var. Parlamento üyelerimizden bazıları bir kaç ay önce ABD'nin İslamabad Büyükelçiliği'ne gitti ve orada kendilerine Başbakan Khan'a karşı güvensizlik oylamasının gerçekleşeceği söylendi. Milletvekilleri satın alındı!"
İddiaların ne kadarı doğru ya da yanlış ortaya çıkacak ama bu olan bitenler sizi de yakın tarihimizden çok tanıdık gelmiyor mu? Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ne işe yarıyor diyenler, sadece bu hatırlamaları bile yapsa yeter!
TARİHİN TEKÜRRÜNÜ BOZAN LİDER...
Geçen yıl 4 Nisan'da emekli 104 amiral bir bildiri yayınladı. Montrö Antlaşması ve Kanal İstanbul projelerine yönelik hükümete ve seçilmiş tüm siyasetçilere 'ayar vermek' üzerine kurgulanan bu bildiri metni, öyle evlerinde oturan emekli paşaların bir araya gelerek karaladıkları sıradan bir metin olamazdı. Nitekim; emekli amirallerin bu bildirisine karşı iki binin üzerinde sivil toplum örgütü suç duyurusunda bulundu ve sosyal medya hesaplarından her biri tek tek tepkisini dile getirdi. Bugüne kadar yakın tarihimizde buna benzer durumlar yaşandı. Ama artık eski Türkiye ezberlerinin bozulduğu ve altını memnuniyetle çizerek söylüyorum ki; bu tür tehditlere karşı duruşun bir 'milli şuur' olarak benimsendiği için bazıları umduklarını bulamadılar. 27 Mayıs darbesini hatırlayın, Merhum Adnan Menderes için oğlunu kurban etmeye hazır olduğunu söyleyenler, aynı Başbakan anti demokratik biçimde asılırken tepki için bir tek kelime söylemedi. 12 Mart muhtırası verilirken tek bir kişi ya da medya kuruluşu, seçilmiş Başbakan merhum Demirel'in arkasında durmadı. Tam bir silahlı darbe olan 12 Eylül 1980'de tek bir itiraz gelmedi. 28 Şubat 1998'de post modern darbe yapılırken cılız birkaç ses dışında kitlesel bir tepki olmadı. Bir kadere razı oluş vardı adeta. Tarihin kaderinin değiştiği an 27 Nisan e-muhtırasının verildiği gece yarısından sonra oldu. Bu cesur ses; Başbakan Erdoğan'dan çıktı ve "Yapamazsınız, yeter söz milletin" dedi. Siyasete ayar vermeye kalkan askere 'dur' dedi. 15 Temmuz darbe kalkışmasında yine aynı ses, gücünü aldığı millete seslendi ve "Demokrasimize sahip çıkın, sokaklara çıkın" dedi ve milyonlar, milli şuurla darbecileri çıplak elleri, silahsız vücutları ile durdurmayı başardı.