Suriye iç savaşının "zillet ve fitnenin" laboratuvarı vazifesi gördüğünü dile getirdiğim "Ya Zillet ya İstiklal" serlevhalı yazım üzerine, İran ve Hizbullah'a haksızlık yaptığımı iddia eden okurlar oldu.
Sizin anlayacağınız, sadece İran düşmanlığıyla malul okurların akıl almaz bühtanlarına maruz kalmıyoruz.
Dediğim şuydu: İsrail 2006'da uğradığı aşağılayıcı yenilginin (çağrı cihazlarını patlatmak dâhil) intikamını almak için yıllarca hazırlanırken İsrail gibi bir düşmana karşı her daim teyakkuzda olması gereken Hizbullah enerjisini Suriye'de harcadı veya harcamak zorunda bırakıldı. Rikkat ve dikkatini İsrail'in dışında yoğunlaştırmanın yanı sıra, İsrail'e açıklarını veya hareket noktalarını gözlemek fırsatı verdi.
Biliyorum, Suriye iç savaşı döneminde İranlı yetkililer, "Sizin için Kıbrıs jeostratejik bakımdan neyse bizim için de Suriye odur..." demişlerdi. Nasrallah da "Sırtımızın vurulmasına izin vermeyeceğiz" diyerek ikmal yolları bakımından Suriye'nin kendileri için hayati önemi haiz olduğuna işaret etmişti.
Ama şunu söylemiştim o yazımda: "Rusya Devlet Başkanı Putin bile Başkan Erdoğan'ın bağımsızlıkçı/antiemperyalist duruşundan hareketle en kritik konularda diyalog içinde olurken, İran aynı şeyi neden başaramadı?.. Batı nükleer konusunda İran'ı alabildiğine sıkıştırdığı dönemde, Batı'nın çifte standart uyguladığını yüzüne vuran, 'Batı önce İsrail'deki atom bombalarına baksın...' diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan değil miydi?"
Hülasa, "Suriye sorununu" İsrail'in aleyhine sonuçlandırabilirlerdi. Sonuç itibarıyla tam tersi olmadı mı?
Dönemin Dışişleri Bakanı'yla daha farklı sonuç almak bir hayli zordu, onu da biliyorum. Geçenlerde de "Ben olsaydım bugün uçağa biner Beyrut'a inerdim. Beyrut'a inerdim, bakın bugün inerdim. Lübnan Başbakanı Necip Mikati ile buradan uzakta konuşma değil, otururdum, Beyrut'ta sonraki aşamayı düşünürdüm..." dedi, iyi mi?
Üstelik, bakanlığı döneminde Şam'a gittiği ama mezkûr iç savaşın alevlenmesinden başka işe yaramadığı hâlde.
Ne ki onu da anlıyorum, narsisizm nihayetinde böyle bir şeydir.
Lakin, bizim muhteremlerin hem Gazze direnişini sahiplenip hem de Gazze direnişinin müttefiklerini ölümüne düşman bellemelerini anlamakta doğrusu güçlük çekiyorum.
Gazze direnişinin sözcüsü Ebu Ubeyde, 7 Ekim Aksa Tufanı'nın yıldönümü dolayısıyla, "İran İslam Cumhuriyeti de siyonist düşmanla çatışıyor, ona Gerçek Vaat bir ve iki darbelerini indiriyor. Balistik füzeler, düşman üslerine tarihte ilk kez onlarca sayıda yağmur gibi yağıyor. Bu, düşmanın uzun süre boyunca bölge halklarına ve devletlerine yerleştirdiği, cezasız kalacaklarına ve suçlarından hesap sorulmayacağına dair kuralları yıkıyor (...) Siyonist düşmanın şehit komutan Seyyid Hasan Nasrallah da dâhil olmak üzere liderlerimize yönelik suikastlar karşısındaki sevinci yanıltıcı ve geçicidir (...) Bugün Hizbullah'taki savaşçı kardeşlerimize diyoruz ki, siyonist düşmana büyük ve acı kayıplar verdireceğinizden ve cesaretinizden eminiz. Şehit Seyyid Hasan Nasrallah'ın söylediği gibi, cesaretinize ve gücünüze güveniyoruz..." diyor, fakat bizim muhteremler hâlâ Nasrallah'ı lanetle anmayı marifet biliyor.
İzzeddin el-Kassam Tugayları Sözcüsü'nün "Şehid Komutan" diyerek andığı birinin ardından en azından lanet okumamak, Gazze direnişiyle asgari dayanışma içinde olmanın gereği değil midir?
Dayanışmanın gereğini yapmazsanız hangi çukura yuvarlanacağınızı kestiremezsiniz.
Bakınız, Nasrallah'ın katledilmesine sevinmek gerektiğini dile getiren Sabır Meşhur adlı Mısırlı o mezhepçi gazeteci nasıl korkunç bir çukura yuvarlanmış.
İran ile İsrail arasındaki savaş Persler ile Rumların savaşıymış, Kuran'da da Rumların desteklendiği belirtilmiş, dolayısıyla İran'a karşı İsrail'i desteklemek gerekiyormuş.
Çüş ki ne çüş!..
İmdi, matah bir şeymiş gibi İran-İsrail savaşında kimi destekleyeceğinden emin olmadığını yazan kimi muhafazakâr köşe yazarları bir sonraki aşama mesabesindeki mahut çukuru görüp ibret alırlar mı acaba?