Kofi Annan'ın Genel Sekreterliği'nden bu yana "Reform" tartışmaları Birleşmiş Milletler'in gündeminden düşmüyor. "Reform" ile kastedilen elbette Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi. Ve ondan da önemlisi, Güvenlik Konseyi'nin "Dünyanın yeni gerçekleri"ne göre yeniden yapılandırılması.
Çünkü; Soğuk Savaş çeyrek yüzyıl önce sona erdi.
Ardından küreselleşme dünyada güç dengelerini değiştirdi ama Güvenlik Konseyi'nde hâlâ İkinci Dünya Savaşı sonrasının düzeni var. O düzen de "Galiplerin egemenliği" anlayışına dayanıyor.
"Galipler" ile elbette İkinci Dünya Savaşı'nı kazanan cepheyi kastediyorum.
***
O cephe ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin'den oluşuyor.
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından BM Güvenlik Konseyi'nde bu "Galipler"e veto hakkı tanınmasının, belki bir mantığı vardı. Ya da o hakkı tanıyan mantıkta belki bir gerçekçilik payı bulunabilirdi.
Zira, imtiyazlı ülkelerden örneğin İngiltere, "Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk" adına bu hakkı elde ediyordu. Kanada'dan Avustralya'ya, Afrika'nın yarısından Hindistan'a kadar dünyanın neredeyse üçte birine hükmeden emperyal bir güçtü.
Aynı şekilde Fransa'nın "Veto" hakkı, yalnızca Avrupa'daki anavatanına değil, Suriye-Lübnan gibi Ortadoğu'daki mandaterliğine, Magrip'ten Sahra Altı'na kadar Afrika'nın geniş bölgesine yayılan kolonyal yönetimine ve de Hindiçini dediğimiz Vietnam ve Kamboçya üzerindeki egemenliğine dayalı gücünden besleniyordu.
Sovyetler Birliği sadece Rusya'yı değil, Doğu Avrupa'yı ve Kafkaslar'dan Çin Seddi'ne kadar uzanan Asya'daki geniş topraklardaki egemen gücü temsil ettiği için "Veto" hakkına kavuşmuştu.
ABD ve Çin ise neredeyse kıta büyüklüğündeki topraklarının verdiği güç sayesinde "Beş efendi" arasına girmişlerdi. Bir başka neden, ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'nın gerçek galibi olması, Çin'in ise savaşın başlıca mazlumu ve mağduru kabul edilmesiydi.
Özetle, Güvenlik Konseyi'nin beş "Daimi üye"si, dünyanın aşağıyukarı üçte ikisini temsilen "Veto" hakkını kullanıyorlardı.
***
Bugün öyle mi?
Birleşik Krallık'ın "Güneş batmayan imparatorluğu" 60 yıl önce tarih oldu.
Fransa yarım yüzyıl önce Afrika'daki kolonilerini yitirdi.
Sovyetler Birliği 25 yıl önce dağıldı. Ne Demirperde kaldı, ne Varşova Paktı, ne Kafkaslar'daki ve Orta Asya'daki Moskova'dan yönetilen sözde devletler.
Ama ne yazık ki, devran değişmesine rağmen köhnemiş düzen direnmeye devam ediyor.
***
O yüzden de "Güney" grubu ülkelerinin sabırsızlığı, öfkesi, hatta isyanı gün geçtikçe büyüyor. "Güney" grubunun iki tanımı var.
İlki siyasi coğrafyaya göre: Güney yarıküre ülkeleri denince, akla Ekvator altı ülkeler geliyor. Ama bana göre Güney yarıküreyi Akdeniz-Himalaya hattının güneyine düşenler diye ifade etmek daha doğru.
İkinci tanım ekonomik coğrafyaya dayanıyor: Gelişmiş liberal-kapitalist ülkelerin dışında kalan ülkeler ile onların sözcülüğünü üstlenen orta-üst gelir grubundaki ülkeler "Güney" grubunu oluşturuyor.
***
İşte bu grup artık dünya sorunlarında söz sahibi olmak istiyor. Örneğin, Brezilya. Örneğin, Güney Afrika. Örneğin, gelişmiş ve zengin olmalarına rağmen İkinci Dünya Savaşı'nın mağluplarını temsil ettikleri için dışlanan Almanya ve Japonya. Ve örneğin, Türkiye. Daha doğrusu, elbette Türkiye.
***
Başbakan Erdoğan dün benim de izlediğim Bali Demokrasi Forumu'ndaki konuşmasında, "Demokrasiye sadece ulusal sınırlar içinde değil, uluslararası düzeyde ve düzende de ihtiyaç var" derken, 21'inci yüzyıl dünyasının bu çarpıklığına meydan okudu.
"Demokratik, eşitlikçi, kapsayıcı, adil bir küresel sistem" ihtiyacını seslendirirken, bu "Anakronik" yapının sürdürülemezliğine vurgu yaptı.
Güzel, dinamik bir konuşmaydı Erdoğan'ınki. Ve en önemlisi Türkiye'nin özgüvenini, bu özgüvenden kaynaklanan hak talebini, hatta başkaldırısını ortaya koyuyordu.
Konuşma metnini okuyun, bana hak vereceksiniz.