Önce bir haftalık New York gezimizde zaman zaman bir araya geldiğimiz bakanlarla, Başbakan Erdoğan'ın danışmanlarıyla, AK Parti yöneticileriyle sohbetlerimizden birkaç başlık aktarayım:
"Mavi Marmara trajedisinde son adımı (İsrail'le diplomatik ilişkilerin düzeyinin ikinci kâtipliğe düşürülmesi, askeri işbirliğinin askıya alınması, Doğu Akdeniz'e savaş gemileri gönderilmesi) atmadan önce en az 15 ay bekledik. Bu 15 ayda her türlü yolu denedik: Açık-gizli diplomasi, Washington Büyükelçimiz Namık Tan'ın temasları, arabulucularla sonuç almaya çalışmak, hatta iyiniyet jesti olarak İsrail'deki orman yangınına uçak göndermek gibi... Ayrıca Başbakan Erdoğan 12 Haziran seçimleri için düzenlediği mitinglerin hiçbirinde İsrail'e yüklenmedi ki, seçmen nezdinde son derece prim yapacak bir konuydu bu. Ama İsrail koşullarımızı kabul etmeyince, bu çıkışı yapmak farz oldu."
"Birleşmiş Milletler'e gelmeden önce bu sertliği demeyeyim ama bu kararlılığı göstermek ve yaptırımlar için bir yol haritası belirlemek zorundaydık. Yoksa BM'deki temaslarımızda herkes bizi eleştirmeye kalkışırdı."
"Bir devletin hem kudret eli, hem de şefkat eli olmalı. Sıfır sorun politikası, şefkat elidir. Ama kudret elini hissettirmek de zaman zaman gereklidir." Ve Başbakan Erdoğan'ın BM Genel Kurulu'ndaki ve SETA'nın (Siyasal, Ekonomik, Toplumsal Araştırmalar Vakfı) düzenlediği "Yeni Türkiye, Yeni Ortadoğu, Yeni Dünya" konulu toplantıdaki konuşmalarından birkaç alıntı:
"Türkiye her zaman Birleşmiş Milletler Şartı'nda yer alan ilke ve hedeflerin takipçisi olmuştur. Ama (Konuşmanın daha yukarısındaki bir paragraftan) açıkça söylemek zorundayım ki, BM bugün insanlığın umutlarını, geleceğini tehdit eden korkulara galip kılacak bir liderlik sergileyemiyor."
"Türkiye yeni ve çok daha geniş bir düzlemin merkezinde yer almaya başladı. 15 yıl önce dış yardım alan Türkiye şimdi yılda 1.5 milyar dolar yardım yapıyor."
"Türkiye'nin artan güç ve etkisini sadece ekonomik gelişmesine bağlamak yanlış veya eksik olur. Türkiye birçok ülkeye ilham, birçok ülkeye de umut kaynağı oldu." Yaptığım tüm bu alıntılar bana New York gezimizin başında, uzun yolculuk sırasında okuduğum bir konferans metnini çağrıştırdı. Paris'teki Sorbonne IV Üniversitesi'nde Türk dünyası ve Türkiye-Avrupa ilişkileri kürsüsünü yönetmekte olan Tancrede Josseran'ın iki hafta önce verdiği konferansın metniydi bu. Şöyle diyordu:
"2000'lerin başına kadar pasif ve Anadolu'nun korunması kaygılarıyla sınırlı olan Türkiye'nin dış politikası, AK Parti iktidarında kökünden değişti. Artık çok dinamik ve çok boyutlu bir dış politika yürütülüyor. Neredeyse bilinçli ve sistemli bir toplumsal hafıza kaybının sonucunda unutulan/unutturulan 800 yıllık emperyal geçmiş yeniden hatırlanıyor, yeniden sahipleniliyor."
Fransız akademisyen, Davutoğlu'nun Atatürk'ün Sakarya Meydan Savaşı'ndaki ünlü ve tarihi taktiğine gönderme yapan sözünü ("Diplomaside hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh da bütün dünyadır) hatırlattığı konferansını kısa bir cümle ile noktaladı: "Türkiye, imparatorluğu(nu) yeniden keşfediyor."
Ancak bu geniş perspektiften bakılırsa, pencere ardına kadar açılırsa, başdöndürücü gelişmeler doğru okunabilir, doğru yorumlanabilir.