Gazze ablukası ve Mavi Marmara baskını derken, Türkiye ile İsrail arasındaki gerilim ateşine bir kestane daha atıldı: Güney Kıbrıs'ın İsrail'le birlikte Doğu Akdeniz'de petrol ve doğalgaz sondaj çalışmalarını başlatması.
Aslında gerilimin baş aktörü Güney Kıbrıs. Ama Hristofyas yönetiminin İsrail'i bu konuda hem "Stratejik ortak", hem de "Ticari partner" seçmesi, sorunu üç çatallı mızrağa dönüştürdü.
Başbakan Erdoğan önceki gün KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile iki ülke arasındaki kıta sahanlığı sınırlarının çizilmesi anlaşmasının imza töreninde yaptığı konuşmada, sorunun 2003'te Kıbrıs Rum Yönetimi'nin çokuluslu petrol şirketleriyle imzalamaya başladığı anlaşmalarla patlak verdiğini söyledi.
Doğru. Türkiye'nin 2003 sonrasındaki hamleleri bu krizin patlak vermesini geciktirdi. Yoksa, Doğu Akdeniz'in suları 6-7 yıl önce ısınmaya başlayacaktı. Krizi geciktiren hamlelerin öyküsü ilginç; anlatayım.
***
2003'te Rumlar Doğu Akdeniz'de tek taraflı ilan ettikleri münhasır ekonomik bölgelerinde petrol ve doğalgaz yataklarını belirlemeye yarayacak sismik araştırmalar için uluslararası ihale açacağını duyurunca, Ankara hareketlendi.
Ülkemizin bu alandaki en yetkin kurumu olan TPAO, doğrudan Türkiye'nin, dolaylı olarak da Kuzey Kıbrıs'ın haklarını korumak için hükümet nezdinde girişimler başlattı.
O dönemde Dışişleri Bakanı, günümüzün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'dü. TPAO yönetiminin talebiyle Gül, hem ilgili bakanlıkların, hem de gerek deniz hukukunda, gerekse petrol ve doğalgaz aramaları konusunda uzman kurumların temsilcileriyle bir dizi toplantı düzenledi.
Bu toplantılarda görüldü ki, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki emrivakileri önlemeye veya karşı hamlede bulunmaya yönelik herhangi bir senaryosu yoktu.
TPAO, Akdeniz'de sismik araştırmalar yapmak amacıyla hemen bir Norveç enerji şirketiyle sözleşme imzaladı. Gemi bir süre sonra Türkiye'ye doğru yola çıktı.
Ne var ki, Gül'ün başkanlığında yapılan toplantılarda konunun uzmanları bir çözüm öneremiyorlardı.
Türkiye'nin Akdeniz'deki münhasır ekonomik bölgesinin sınırlarıyla ilgili olarak, aynı denizi paylaştığı ülkelerle yapılmış hiçbir anlaşma yoktu. Bu belirsizlikte elbette Türkiye'nin 1980'lerde imzalanmış olan BM Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi'ne özellikle Ege Denizi'ndeki karasuları ve münhasır ekonomik bölgeye ilişkin koyduğu şerhin de çok ciddi bir payı vardı.
Uzatmayayım;
sonunda "İstimi arkadan gelsin" yaklaşımı benimsendi ve TPAO'nun kiraladığı sismik araştırma gemisi Antalya'dan açılarak çalışmalarını başlattı.
Sismik araştırma netamelidir; sizin münhasır ekonomik bölgenizin bittiği noktanın ötesine geçmek, hatta gerekirse diğer ülkenin, ülkelerin münhasır ekonomik bölgesine girmek zorunda kalırsınız. Çünkü, sismik araştırmada deniz dibini taramak 35-50 derece arası açıyla yürütülebilir. Yani, sizin münhasır ekonomik bölgenizin sınırlarının aşağı-yukarı son noktasındaki bir yerin sismik sondajından sonuç alabilmeniz için, 35-50 derecenin izdüşümü nedeniyle sizin olmayan bölgeye girmek zorunda kalırsınız.
TPAO, Antalya'dan yola çıkarak böyle böyle Kıbrıs ile Girit arasındaki bölgenin tümünün sismik araştırmasını tamamladı, petrol ve doğalgaz bulma olasılığının yüksek olduğu bölgeleri belirledi ve 2006 sonuna doğru eşsiz, paha biçilmez bir veri tabanı oluşturdu.
Ondan da önemlisi, Türkiye'nin meydanı boş bırakmama kararlılığını gören Rumlar ve onlarla işbirliğine hazır çokuluslu petrol şirketleri durdular. Bu da, "Geliyorum" diyen krizin piminin çekilmesini 5 yıl kadar ertelemiş oldu.
***
Türkiye'nin o tarihte sergilediği kararlılığın ve "Haklarımı savunma konusunda şakaya gelmem" mesajının bugün de işe yarayacağını düşünüyorum.
Zira, elbette umut vaat eden yeni petrol ve doğalgaz yatakları çokuluslu petrol şirketlerinin ağızlarının suyunu akıtır. Ama bu şirketlerin hiçbiri gereğinden fazla, rantabl olmayan risk almayı sevmez.
Şu andaki gerilim ekonomik yönden çok siyasi hesaplarla kızıştırıldığı için, petrol şirketlerinin göze alabileceklerinin ötesinde bir risk payı var.
Ancak bu riski çokuluslu petrol şirketlerinin değil, tamamen Türkiye'nin damarına basmak amacıyla İsrail'in üstlenmesi, soruna bambaşka boyutlar getiriyor.
Açıkça söylemek gerekirse, Doğu Akdeniz'de dengeler alt-üst oluyor, ittifaklar bozuluyor, saflar değişiyor. Bu da suları ısıtıyor.
Bunu, Neo-Con'ların o ünlü "Yaratıcı kaos" teorisiyle açıklamaya kalkarsak, belki günümüzün krizinden bölgenin hayrına bir sonuç çıkacağını söyleyebiliriz. Nasıl?
Onu da -bana epey kalem oynattıracak- bu konudaki yazıların önümüzdeki günlerde hazırlayacağım ikincisinde, üçüncüsünde anlatırım.