"Herkes ne zaman ölür / Elbet gülünün solduğu akşam..."
(Turgut Uyar)
Turgutlu'da dün öğle namazından sonra bir fidan toprağa verildi. Cansuyu niyetine de gözyaşları damladı köküne. Gencecik gözyaşları.
Hayır, onun gülü solmamıştı, tam tersine Yahya Kemal Beyatlı'nın ölümsüz dizelerindeki gibi, "Yeniden hergün açıyordu kanayan rengiyle..."
Doğan her gün onun için bir taze başlangıç anlamına geliyordu.
Ve her gün yeniden açılan gülüyle birlikte geleceğe daha hızlı, daha umutlu, daha coşkulu koşuyordu.
Ve bu koşuda henüz "Dante gibi ömrün ortasına gelmesine" bile daha nice etaplar, nice turlar vardı.
Ama tökezledi, düşüverdi birden. Bir sabah vakti...
"Gelmiş iken şu dağları gezeyim / Ölüm ile ayrılığın elinden / Dertsiz bulamadım derdim yanayım / Ölüm ile ayrılığın elinden..." (Pir Sultan Abdal) "
Hiç karşılık beklemeden sürekli veren, ne zaman ve ne koşulda olursa olsun herkesin yardımına koşan, sıcaklığını, içtenliğini, dürüstlüğünü kimseden esirgemeyen bir karakterdeydi.
Bilime, özellikle de kimyaya çok düşkün, çoğu insana gereksiz ayrıntı gelebilecek konuları bile en ince noktasına kadar araştıran ve bu yüzden de hemen her konuda bilgi ve fikir sahibi olan bir gençti. O kadar donanımlıydı ki, hocaları bile zaman zaman ona danışmak ihtiyacını duyarlardı..."
Ardından böyle anlattı arkadaşları. Toprağa verdikleri fidanı cansuyu niyetine gözyaşlarıyla sulayarak.
Hayır, ne Azrail'in onu arayıp soracağı yaştaydı. Ne de o ölümü düşünecek çağdaydı. Hatta hayatlarına son verenlere acırdı, "Niye dayanamadınız" diye söylenirdi hiç tanımadığı insanların intihar haberlerini okudukça.
Hele zor ölümleri hiç aklı almazdı. Kimyacıydı ya; en kolay ölüme nasıl ulaşılacağını da bilirdi...
Ama en zor ölümle koptu hayattan. Bir sabah vakti Boğaziçi Köprüsü'nden kendini bırakarak. "Paraşüt" işlevi görmesin diye pardesüsünü, ceketini çıkarmayı ihmal etmeden...
Kimse anlayamadı neden yaptığını. Kimse bir açıklama getiremedi. Ölümünden sadece bir saat önce onunla birlikte olanlar bile inanamadılar. "Bir proje çalışması için sabah erken kalkacağını söyleyip ayrıldı. En küçük bir sorunu yoktu. 'İyi geceler' derken her zamanki gibi, hatta her zamankinden de fazla gülüyordu" diyebildiler.
Ama pamuk ipliği bir anda kopuverdi.
"Yokluğun ve yüreğin önünde / Ölüm ben seni utanç ile titrerken gördüm..." (Özdemir Asaf)
"İnsanlar arasında ayırım yapmazdı. Cenaze töreninde okulun kantincisi, köşedeki marketin tezgâhtarı, simitçi, herkes, hepsi oradaydı. 10 bin öğrencinin olduğu bir okulda semt esnafının bir öğrenciyle bu denli samimiyetini bekleyemezsiniz. Kesinlikle içine kapanık değildi. Davetlere, toplantılara gider, bulunduğu ortamların neşe kaynağı olurdu. Espriye bayılırdı. Kendisiyle ilgili bir şaka yapıldığında en çok gülen o olurdu ve hiç alınmazdı..."
Cansuyu niyetine gözyaşlarıyla suladıkları fidana veda ederken son sözleri bunlar oldu arkadaşlarının.
O, ailenin tek evladıydı. Ana-babasının yaşam nedeniydi.
O, Boğaziçi Üniversitesi'nin süper zekâlı genci Ali Hikmet Karayel'di.
Onunla birlikte Türkiye'nin geleceğini aydınlatacak ışıklardan biri söndü.
"Herkes ne zaman ölür / Elbet gülünün solduğu akşam..." İyi ama onun gülü daha solmamıştı ki...