Türkiye'nin "En ünlü"(!) özel harekat timinin üyesi Ayhan Çarkın'ın Star TV'de sevgili meslektaşımız Uğur Dündar'ın "Arena" programında yaptığı itirafları dinlerken kanımız dondu.
"Terörle mücadele sırasında 1000 (Yazıyla: Bin!) kişi öldürmüş olabilirim" diyordu Çarkın ve ekliyordu: "Birşey yaptıysam devlet adına yaptım."
O "En ünlü" özel tim üç polisten oluşuyordu: Ayhan Çarkın, Oğuz Yorulmaz ve Ercan Ersoy. Üçlüden 2005 Mayıs'ında Bursa'da bir barda öldürülen Oğuz Yorulmaz'ın annesi Nuran Yorulmaz da yine "Arena" programında geçen ay "Devlet tüm faili meçhulleri oğlum ve arkadaşlarına işletti. Her biri ortalama 93-94 kişi öldürmüşler" demişti.
Çarkın'ı dinlerken PKK ile 24 yıllık mücadelenin kurbanlarını düşündük. 40 bin mi son rakam, 41 bin mi? Kaçı terörist, kaçı asker ve polis, kaçı sivil? Özel harekatçıların her birinin "Ortalama" 93-94 vukuatı ve Çarkın'ın bin infazı da bilançoya dahil mi?
Çarkın'ı dinlerken Sapanca-Hendek-Düzce ölüm üçgeninde kurşuna dizilenleri anımsadık. Ve de gözaltında kaybolanları. Örneğin daha dün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) davası sonuçlanan Deham Günay'ı. 17 yaşındaydı Günay. Bir gün jandarma tarafından gözaltına alındı. Bir daha gören olmadı. AİHM dün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni onun yakınlarına 62 bin avro tazminat ödemeye mahkum etti.
Çarkın'ı dinlerken 600 kişinin öldürüldüğü Kurtlar Vadisi'nin finali gözümüzün önüne geldi: "Devlet adına yapıldığından sanıkların beraatine..."
Çarkın'ı dinlerken kulaklarımızda bir tarihte bir başbakanın "Vatan için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır" övgüsü yankılandı. Ve terörle mücadelede çok önemli görevler üstlenmiş bir bakanın sözleri: "Her türlü tehlikeyi göze alarak binlerce operasyon yaptık." Aynı bakan, "Kimsenin bu konunun üstüne gidemeyeceğini" tekrarlıyordu ve "Çünkü bir tuğla çekersen, herkes altında kalır" diyordu.
Hakikat Komisyonu gibi
Çarkın'ı dinlerken Susurluk davasına bakan İstanbul 6 No'lu DGM'nin yargıcı Sedat Karagül'ün karar duruşmasındaki tarihi değerlendirmesini düşündük. Mealen şöyle demişti: Sanıkların bazı siyasilerin ve bürokratların himayesinde silahlı çete oluşturdukları anlaşıldı. Ancak belge istediğimiz tüm kurumlar, "Devlet sırrı" gerekçesiyle reddettiler. O yüzden çetenin sadece bir bölümü su yüzüne çıktı ama ne yazık ki işlenen onca cinayet ortada kaldı.
Çarkın'ı dinlerken 1990 Aralık'ının buz kesen bir gününde Genelkurmay Başkanlığı Harekat Başkanı Korgeneral Doğan Bayazıt ile Özel Harp Dairesi Başkanı Tuğgeneral Kemal Yılmaz'ın basına verdikleri brifingteki itiraflarını hatırladık: "Özel Harp Dairesi bir süreden beri Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da kullanılıyor." Bu itiraftan 16 yıl sonra Genelkurmay'ın yayınladığı bildiri de belleğimizin bir yerinde sesini yükseltti: "Kastını aşan haber ve yorumlar, ülkemizin maruz kalabileceği bir saldırıda mütecavize karşı çok hassas görevler icra etmek üzere Soğuk Harp döneminde teşkil edilmiş bu birime zarar vermekte ve vatan savunması hazırlıklarında zafiyete sebep olmaktadır."
Çarkın'ı dinlerken gazeteciyazar Avni Özgürel'in önceki gün "Taraf" gazetesinde Neşe Düzel'e açıklamalarını bir daha okuduk: "Yıllar önce Şam'da yaptığım röportajda Öcalan bana 'Bu işi bitirirsem beni bitirirler' dedi."
Susurluk davası yargıcı Sedat Karagül'ün bir tespiti daha vardı: "İzler devletin ta zirvelerine kadar tırmanıyor. Bu işe bulaşmayan yok gibi."
O yüzden bugüne kadar "Bir tuğla bile çekilemedi", herkes köhneleştiğini, çürüdüğünü, çöplük eve dönüştüğünü bile bile, göre göre o "Yapı"dan uzak durdu.
O yüzden Susurluk davası neredeyse bir fail-i meçhul olarak kaldı.
Tarih Türkiye'ye, Ergenekon davasıyla ikinci ve son bir şans daha verdi. Keşke 13'üncü Ağır Ceza Mahkemesi sadece uzun ve karanlık bir dönemin dehlizlerinde iz sürmekle yetinmeyip, ayrıca bir "Hakikat Komisyonu" gibi de çalışabilse.
Kurbanların çığlıkları, cellatların vicdan azapları ancak o zaman dinebilir. Çok ortaklı terör holding ancak o zaman feshedilebilir. Türkiye'de barış umutları ancak o zaman filizlenebilir.