Artık sözün bittiği noktadayız. Çünkü Başbakan Erdoğan'ın "İdealist diyalektik" kuramcısı Alman düşünür Georg Wilhelm Friedrich Hegel'den yaptığı alıntıda belirttiği gibi, "Zamanın ruhu hızlı bir değişim geçiriyor."
Ancak bu değişim Hegel'in düşüncesinin temeli olan "Özgür bilinçle akıla ulaşmak" aşaması anlamına mı geliyor? Yoksa Hegel'den önceki döneme damgasını vuran Immanuel Kant'ın "Sapere aude", yani "Öğrenmeye cesaret et" meydan okumasından "İtaat et" kaderciliğine dönüş mü? Takdir sizin.
Madem felsefeyle başladık; "Verba volant, scripta manent" (Söz uçar yazı kalır) Latin atasözünün hatırına ve de tarihin desteğiyle tarihe not düşmek umuduyla Türkiye'de "Laikliğin felsefesi"ni deşelemeye devam edelim.
1937'nin tutanakları
9 Mart'ta yapılacak genel seçimler arefesinde Kilise'nin (Katolik) sosyalist iktidara savaş açtığı İspanya'nın büyük ve saygın gazetesi "El Pais", üniversitelerde türban yasağını kaldıran Anayasa değişikliğini "İslamcı hükümet laik devletin direğini kırdı", "Türkiye'deki laik devletin direklerinden biri olan üniversitelerdeki türban yasağı parlamentoda kesin bir biçimde kırıldı" diye yorumlamış.
Bu değerlendirme bizi 1937'deki Anayasa değişikliğiyle ilgili önerinin görüşüldüğü Meclis tutanaklarına yönlendirdi. Laikliğin resmen Anayasa'ya girmesiyle sonuçlanacak görüşmelere.
Milletvekillerinin bir bölümü laikliğin Anayasa'ya sokulmasına karşıydı, yasa değişikliğiyle yetinilmesini savunuyorlardı. Bursa Milletvekili Muhiddin Baha Pars kürsüye fırlayıp ilkenin Anayasa'da yer almasının önemini şöyle anlattı: "Laiklik kuralları bir gün gelir de herhangi bir iktidar tarafından kaldırılmak istenirse, içlerinden bazıları Anayasa'yı gösterip 'Sen ne yapıyorsun? Atatürk'ün koyduğu esasları sen nasıl bozabilirsin?' diyebilirler."
Muhiddin Baha Pars, o tarihte, gün gelip Anayasa'daki laiklik ilkesine de dokunulabileceğini aklının ucundan geçir(e)memişti. Ama gün geldi, devran döndü. Elveda aklı öne çıkaran Fransız düşünür Rene Descartes'ın "Düşünüyorum, o halde varım" ı; merhaba büyük tarihçi Enver Ziya Karal'ın ifadesiyle "Aristo'dan bu yana bir arpa boyu bile yol gitmeyenler"in "İnanıyorum, o halde varım" ı.
39 yıl öncesinin çığlığı
Almanya'nın Sesi (Deutsche Welle) ise Türkiye'deki gelişmeleri "Laik devletin temellerini zedeleyecek tarihi karar" diye yorumlamış. Bu ifade de bize Anayasa hukukunun anıt isimlerinden Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya'nın 1969'da verdiği Atatürk konferansları dizisinin üçüncüsünde yaptığı konuşmayı çağrıştırdı. 1937'de 153 arkadaşıyla birlikte verdiği teklifle laiklik ilkesinin Anayasa'ya girmesini sağlayan İsmet İnönü'nün de izlediği "Atatürkçü laiklik politikası" konulu o konferansta Tunaya şöyle diyordu:
"Türkiye Cumhuriyeti'nde hükümetler gayet güçlü bir kontrol yetkisiyle donatılmıştır. Laikliğin var olup olmadığını Anayasa'dan, Anayasa'nın metninden değil, iktidarların tutumlarından çıkarmak gerekir.
Laikliği sadece din ve devlet ayrılığı olarak kabul etmek yanlıştır. Türkiye gerçeklerinden hareket ettiğimiz andan itibaren laikliğe ikinci bir unsur daha katacağız: Şark kafasının Türk toplumunu vesayeti ve baskısı altına almamasını kontrol. Laiklik prensibini anayasasıyla ilan etmiş bir devlette, siyasi iktidar veya hükümet, dinci çevrelerin çoğulcu, demokratik bir siyasi hayat içinde birer siyasi kuvvet olmalarını kabul edemez.
Laikliği soyut, görünmeyen şekliyle değil, doğrudan doğruya pratik, her günkü yaşantımıza ait ve geleceğimizin ve hatta bugünümüzün teminatı olarak kabul etmek gerekir. Türkiye'de laiklik prensibinin önemi bu şekilde ortaya çıkınca, laiklik aleyhine her hareket veya böyle bir harekete müsamaha göstermek, her gün yeni bir Kubilay'ın şehit edilmesine eşittir." (Atatürk Konferansları, III/1969, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1970, sayfa 25-41)
Artık sözün bittiği noktadayız ama bir soru hep yanıtını bekliyor: "Akıl Çağı"ndan "Akıl tutulması"na mı geçtik ya da geçiyoruz?