Ekranlarımızdaki ruh karartıcı görüntülerden bunalıp yabancı kanallarda iyi haber ararken harika bir olaya rastladım bültenlerin birinde.
Toplum duyarlığını ölçmek isteyen birkaç yüz çevreci işlek bir yerde toplanmışlar. Yol kenarındaki çöp kutusuna ve yerde duran boş şişeye bakmıyor, başka şeylerle uğraşır görünüyorlar.
İnsanlar gelip geçiyor. Onlar da ilgilenmiyor şişeyle. Derken genç bir kadın onu görünce duruyor, yerden alıp kutuya atıyor. Bütün çevreciler kadına dönüyor o anda. Alkış, kıyamet, "Yaşa!" korosu...
Armağanlar veriliyor. Kucaklanan, omuzlara alınan kadın kahraman oluyor birdenbire. Yüzündeki şaşkınlığın yerini sevinç ve gurur alıyor. Genel görüntü coşkulu bir mutluluk tablosu.
İmrenerek düşünüyorum. Temizlik ile mutluluk arasında sağlam bir bağlantı var.
Yalnız yollarda değil, insan ilişkilerinde temizlik...
***
Eskiden kir deyince sırf pis kokan, ele bulaşan, üstüne basılınca ööö diye kızılan şeyler gelirdi akla. Çevrecilik bilinci geliştikçe görüntü ve ses kirliliğinden de söz edilir oldu. Artık reklam panosu kargaşası ve klakson kakofonisi gibi çirkinlikler de eleştiri konusu.
Ama en kötüsü, ruhsal kirlilik. İnsanoğlu hayvanlıktan sıyrılma çabasının başlangıcından bu yana gönlünü ve kafasını ego pisliklerinden arındırmanın yollarını aramakta.
O yarışta yabancıların gerisinde kaldığımızı gördükçe çok canım sıkılıyor. Onların temizlik ve mutluluk tablosuna imrendim demem de o yüzden.
***
Digiturk düzenimden iyi sonuç alamıyordum; ekrana
"Sinyal düzeyiniz alçak" diye hakaretamiz yazılar geliyordu boyuna. Ayrı anten taktırmam tavsiye edildi. Geçen gün taktırdım.
Çanağı balkona monte eden usta işini bitirince sırıtarak
"Biliyor musunuz?" dedi.
"Hakkınızda dedikodu olabilir."
"Ne dedikodusu?"
"Rivayet çıktı. Yayılıyor. Bunları taktıranlar porno seyrediyormuş."
Aldı beni bir düşünce. Bu yaştan sonra, konu komşunun gözünde...
Söktürsem mi çanağı? Dama, görünmez bir yere mi taktırsam? Keşke daha önce akıl etseydim!
Evet, alçalmalar var. Yalnız sinyal düzeyimizde değil.
***
Issız adaya düşüp tek başına yaşarken mutlu olma hikâyelerini inandırıcı bulmazdım. Ama insanlarımızın birbirlerine karşı sürdürdükleri tutumları izledikçe kendim de inziva özlemi çeker oldum.
Başkalarının aşağılanmasından hoşlanmak... Felaketlerine sevinmek, iyi şanslarına üzülmek... Her zaman onlara ilişkin söylentilerin en kötüsüne inanmak... Öylesini yaymak...
"Başkasının mutluluğu benimkini azaltır" kaygısı...
"Başarısız olmaya razıyım, elverir ki o da olmasın" ahmaklığı... Hasedin, hışırlığın, hoyratlığın her türlüsü...
Böyle şeylere dünyanın her yerinde rastlanır. Ama, kendi ülkeme karamsarca bakma yanlışından kaçınmaya ne kadar gayret edersem edeyim, bizdeki yoğunluktan dehşete kapılıyorum. Hem de böyle olması için hiçbir özel neden yokken. Ülkemiz herkese yetecek mutluluk pastası yaratma fırsatlarıyla dolup taşarken...
İşin tuhafı, birbirini tırmalama azgınlığı en çok hangi kesimlerde görülüyor, farkında mısınız? En tuzu kuru olması gereken, cebine en çok para koyulan, en şımartılan çevrelerde.
Köpek balıkları çok bol yiyecek bulunca birbirlerine saldırmaya başlayabiliyor.
"Feeding frenzy" diyor buna zoologlar. Beslenme coşkusu ya da tıkınma cinneti diye çevrilebilir. Bizdeki de öyle bir şey. Basınımızdan da lider atışmalarındaki ağız bozukluklarını ayıplayanlar çıkmıyor mu, gülüyorum. Çünkü kendileri efendice hoşgörü ve zarif üslup melekleri!