Türkiye'nin en iyi haber sitesi
REFİK ERDURAN

Ayna önünde

Türkiye aynaya bakarken ensesini kaşıyor. "Ben kimim? Neler oluyor bana? Ne yapıyorum, nereye gidiyorum?"
Karmakarışık görüntüde hayra yorulması olanaksız şeyler var. Kadın ve çocuk cinayetleri gibi. Onları net görüp şerrin üstüne gitmek şart. Ama gerisi yoruma bağlı. Olumlu şeyleri görmezden gelip atılım şevkimizi kırmanın da anlamı yok.
Örneğin, Dışişlerimizin Libya konusundaki başarısı. Charles Dickens'in Paris ve Londra'da tarihsel bir dönüm noktası yaşanışını anlatan "İki Kentin Öyküsü" romanını hatırlıyorum. Günümüzde de insanlık öyle bir kritik köşeyi dönmekte. O iki kentte düzenlenen iki toplantı arasında biz Sarkozy Fransa'sı ile zorlu bir bilek güreşi yaptık. Ve kazandık.
İçteki son deprem savcı atamaları. Yorumlar birbirine dolanmakta. Oysa gerçek apaçık. İktidar adına konuşanlar "Yargının işi, biz karışamayız" diyorlar. Doğrudur; elbette karışamazlar. Ama fark edilen eğilimleri karışabilir işe. Hele o eğilim aklın, mantığın, insafın, kamuoyundaki yaygın görüşün paralelinde ise, yargının doğru yönde etkilenmesi doğal olur.
Son zamanlarda insan ve kitap gözaltılarında ölçü fena kaçmış, sinirden birçoğumuzun gözlerimizin altı morarmıştı. Önümüzdeki günlerde görev değişikliklerinin hayırlı sonuçlara yol açacağını umuyorum.

***


Yönünü beğenin beğenmeyin, yüzeydeki olaylar gelip geçer. Biz onların hayhuyuna kapılıp temeldeki gerçeği gözden kaçırmayalım:
En büyük ve en ivedi sorunumuz Türk-Kürt ilişkilerini akıl yoluna sokamamış olmamızdır. Onu başaramadıkça hiçbir konuda rahat mesafe alamayız.
Örneğin, askerlik bedelli olur mu, kısa olur mu, profesyonel olur mu diye tartışıp duruyoruz. Asıl terslik ise silahlı kuvvetlerimizin boyu. Ruslar vaktiyle dalga geçmişlerdi:
"Ordunuzu bizimle savaştıracaksanız, küçük gelir. Başka düşmanlarınıza karşı hazır tutuyorsanız, fazla büyük."
Açığa vurmadığımız gerekçe ise bu boydaki orduyu Kürt ayrımcılığı diye adlandırdığımız "iç tehlikeye karşı hazır bulundurma zorunluluğu" idi. Asker vesayeti dediğimiz kronik ipoteğin dayanağı da o iddiaydı.
Şimdi sorun aşılırsa kördüğüm sanılan çok yumağın çözülüverdiği, her alanda ülkenin rahat nefes aldığı görülecek.
Havalanmakta olan Türkiye uçağının tekerlekleri yerden kesildi zaten. Burnu iyice göğe kalkacak.
Peki, nasıl aşılır sorun? Her şeyden önce şunu anlamamız şart: konu stratejik, politik, ekonomik falan değil. Psikolojik.
Tiyatro yazarlığı uğraşımdan kaynaklanan bir huyum var. "Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa" kavli uyarınca, karmaşık görüntüleri netleştirmeye çalışırken kişileri tartıştırıyorum kafamda.
Bir Türk bir Kürdün yakasına yapışmış, bağırmakta:
"Ne mutlu Türküm diyene! Bu cennet vatanda hepimiz Türküz."
"Ben Kürdüm."
"Hayır, Türksün. Kardeşiz."
"Kürdüm. Bunu kabul et. Ben de kardeşliği ondan sonra kabul ederim."
"Senin niyetin ülkeyi bölmek."
"Değil. Bölüp de ne yapacağım?
Köşelere sıkışıp yoksul yaşamayı niçin isteyeyim?"
"Kendi dilini konuşmak, çoğunlukta olduğun yerlere Kürtçe adlar vermek, tabelalara iki dilde yazı yazmak, direklere Türk bayrağının yanı sıra özel bayrağını çekmek, yerel yöneticilerini seçmek istiyorsun."
"Evet. Ne olur bunlar gerçekleşirse? Öyle yaparak çeşitli formüllerle yan yana güzelce yaşayan insanlar çok bu dünyada. İsviçre'ye, Kanada'ya, Britanya'ya, İspanya'ya bak. Gel, kendi formülümüzü bularak el sıkışalım. Boğuşacağımıza gerçekten cennet yapalım Türkiye'mizi."
Vatandaş sıfatıyla, bunu söyleyenlerin uzattıkları eli sıkmaya hazırım ben. Tabii, öyle derken yabancı oyunlarına gelip gerçekten bölünmeye niyetlenen varsa, o ahmaklığa karşı dikkatli davranmayı da ihmal etmeden.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA