Okullardaki mantık dersinde öğretilenlerden pek azımız kendi yaşantısında yararlanıyor nedense. O yüzden kamuoyumuz genelinde de sık sık büyük çaplı değerlendirme yanlışları yapılmakta.
Taraf gazetesi Wikileaks belgelerini yayımlıyor. Bu bir gazetecilik başarısıdır; takdir edilmesi doğrudur. Ancak, "Türkiye'nin gerçekleri açığa çıkacak" diye sevinen sevinene. Oysa sapla samanı ayırmak gerek.
Bir belgeyi ele geçirme becerisinin hakkını vermek başkadır, içeriğini doğru değerlendirmek başka. Wikileaks olayı Amerikalı görevlilerin kendi aralarındaki iletişimi kapsıyor. Belgelerde sözü edilen durumlar, davranışlar ve konuşmalar içinde doğru olanlara ülkemizin gerçekleri denebilir. Ama gerisi yazanların kişisel görüşleri, tahminleri, yakıştırmaları. İsabetli olabilir ya da olmayabilir. Hepsini doğru saymak kendi görüşümüzü bulandırır.
Ben bir Katolik papazının Vatikan'a yazdığı mesajı bulup yayımlasam, içinde de "Bana öyle geliyor ki Türkiye'de Hıristiyanlığa sempati hızla artmakta" sözü geçse, onu okuyunca din elden gitti diye telaşlanana gülmez misiniz?
Yadırgadığım başka bir şey de var. Amerika'yı ülkemiz üstünde oyunlar tezgâhlamakla suçlaya gelmiş kimi yorumcularımız, onun belgelerinde polemik kanıtı yapabilecekleri görüşleri hemen benimseyip kullanıyorlar. Hasım saydığınız bir gücün tezlerine bel bağlamak çelişki değil midir?
***
Mantığımızı zorlamakta olan bir başka konu da
"nükleer sorun". Japonya'daki reaktörlerin patlaması (daha doğrusu soğutma amacıyla kasten patlatılması) başka felaketlerle birlikte gündeme gelince eski korkuları katlayarak hortlattı, dehşet salgını yarattı.
Kazaya yol açarsa binlerce insan canı alabilecek adımlar elbette en özenli ihtiyatla atılmalı, aklın bütün gücünün devreye sokulmasıyla tartılmalıdır. Ama tartmak panik çığlıkları atmak değil, seçeneklerin olası sonuçlarını serinkanlılıkla ve mantık çerçevesinde kıyaslamaktır. Bir şeyi yapmamanın da yapmak kadar ağır tehlikelere yol açabileceğini düşünmek gerekir.
Tek tük insan yenilik ve atılım arar; büyük çoğunluk yenilikten çekinir, atılıma direnir. Teleskoptan buharlı gemiye, kuduz aşısından elektriğe kadar her icada uzun süre karşı çıkılmıştır.
Buharlı gemilerden birinin ilk batışından sonra onların yapımından vazgeçilseydi de deniz yolculukları yelkenle sürdürülseydi, daha mı az insan boğulurdu?
Sokakların elektrikle aydınlatılması ilk önerildiğinde,
"Çok tehlikelidir, kaza vukuunda insanları cereyan çarpar" diye ayağa kalkanlar kıyamet koparmıştı. Ağır bassalardı da kentler geceleri alacakaranlıkta bırakılsaydı, sokaklarda daha mı az kaza olur, daha mı az suç işlenirdi?
***
Şimdi pek çoğumuz nükleer enerjiden çekinmekte, Çernobil'i hatırlayıp Fukuşima'ya bakanlar Mersin'de santral kurulmasına karşı çıkmakta. Kaygılarını saygıyla karşılıyor, toplum güvenliği konusundaki duyarlıklarını alkışlıyorum.
Nükleer bilimci olmadığım için ahkâm da kesemem sorun üstüne. Tek önerim seçeneklerin korkudan kaynaklanan polemiklerle değil, uzmanların teknik değerlendirmeleri ile tartışılması.
Çernobil bu alandaki teknolojinin emekleme aşamasında olduğu dönemde yapılmıştı. Oradaki kazaya bakarak 2011 yılında karar almak, Titanik battı diye bugün gemi yolculuğundan kaçınmaya benzeyebilir.
Fukuşima reaktöründeki sorunu dev tsunami yarattı, deprem değil. Mersin'de öyle bir tehlike yok. Günümüz teknolojisinin reaktörleri en şiddetli yer sarsıntısından koruyabileceği söyleniyor.
Bir de, o yatırımdan vazgeçersek enerji açığını karşılamak için elimizde kalacak seçeneklerin sonuçlarını hesaplamak gerek. Barajlar ve rüzgâr yetmezse, kömür yakmayı sürdürmek zorunlu olmayacak mı? Onun insan sağlığına ve çevreye vereceği zarar, nükleerin olası sakıncasından küçük müdür, büyük mü? Hepsini etraflıca düşünelim lütfen. Bu konuda olsun, gırtlak gırtlağa gelmeden.
Okuldaki mantık dersi işe yarasın. Bir kerecik ağır bassın aklımız kaygı ve öfkeye.