Çağımızın koşuşmalı ortamlarından bunalanlar bir dünya cenneti hayal ederler:
Geçim derdi yok. Bereketli topraktan fışkıran, cömert ağaçların dallarından sarkan nimetler herkese yetiyor. Sıcacık havada giyim de gereksiz. Gauguin'in resimlerindeki gibi üstsüz kadınlar salınarak dolaşıyor kumsallarda...
Büyük Okyanus'un ortasındaki Fiji adaları gerçekten öyle bir yer. Oradaki güzellikleri anlatan bir turizm broşüründe okuduğum "Bütün Fijili kızlar gülümser" övgüsü aklımda kalmış.
Dün bizdekilerin Batılı görünme hevesiyle kendilerini doğallıktan uzaklaştırmalarını kınamıştım ya. Rastlantıya bakın ki akşama doğru yabancı dergileri karıştırırken Fiji üstüne bir inceleme sonucunun haberi çıktı karşıma.
O adalardaki kızların bir bölümünde davranış bozuklukları ve beslenme dengesizlikleri görülmüş. Araştırınca fark edilmiş ki yaşantısı aksayan kızlar evlerinde televizyon olanlar.
Zavallılar yabancıların dizilerini izleye izleye kendilerini çirkin bulmaya başlamış, yemeden içmeden kesilmiş, değişme ve "güzelleşme" derdine düşmüşler. Onların cennetini cehenneme çevirivermiş "üstün hayat tarzı" özentisi.
Bunu okuyunca, bölgemizde pek beğenilmekte olan TV ürünlerimizin etkisini düşünerek kaygılandım. Bir muhabirimiz iftiharla "Bizim diziler oraların Dallas'ı oldu" diyordu.
İnşallah yumuşak güç alanımızı yayarken komşulara ihraç etmeyiz Batı maymunluklarımızı.
***
Mustafa Duyar'ı hatırlıyor musunuz?
Örgüt buyruğuyla Özdemir Sabancı'yı vurmuş, itirafçı olmuş, sonra kendi de öldürülmüştü.
Milliyet'in hamarat yazarı Can Dündar onun eşiyle konuştuklarını tefrika ediyor.
Tetikçi ile yardımcı arkadaşı cinayetlerden sonra (Sabancı'nın bir dostu ve sekreteri de vurulmuştu) Maslak'ta ormanlık bir yere gidip kafayı çekmiş, "
Yine katil mi olduk?" diye ağlaşmışlar.
Karısına "
Öldürdüm ama niye öldürdüğümü bilmiyorum" demiş Mustafa. Sonunda jetonu düşünce "
Kullanıldık" buyurmuş.
Peki, cinayet emrini verenlere niçin sormamış ne olup bittiğini? Gerekçesi çok ilginç:
"
Bir şeyleri bilmek bana da zarar verir diye düşündüm."
Demek ki o ortamda bilmek bilmemekten daha zararlı sayılabiliyormuş. Sormak yanlış ve tehlikeliymiş.
Şimdi bunlar zırva görünüyor insana. Ama vaktiyle cehalet ortamlarında değil, pek çoğu yüksek eğitimli "devrimci" geçinenler arasında da durum tıpatıp öyleydi. "
Yukarıdan" gönderilen talimat sorgulanmıyor, benimsenen tutumun nedenleri bilinmiyor, tartışmalar -didişme ya da dedikodu biçimini alarak- arkadan geliyordu.
Türk solu o yüzden hiçbir zaman akıllıca eyleme geçemedi. Bugün artık her kesimden çoğunluklarla toplumumuzda şu basit gerçek kavranmış görünüyor:
Bilmek her zaman bilmemekten yararlıdır.
***
Birkaç gündür kamuoyumuzu en uğraştıran sözü Bülent Arınç söyledi:
"
Hayat içki ve seksten ibaret değildir."
Herkes "
Elbette onlardan ibaret değildir, ama..." diye başlayan tezler ileri sürmekte. Derinliğe meraklı bir zat olan sayın Arınç ise şu görüşe katılır sanırım:
Zevkler ve renklerin tartışılamayacağı sübjektif konularda her iddianın tam tersi savunulabilir.
Nitekim, onun benimsediği geleneksek kültürümüzde rintlik kavramına da değer verilir. İzninizle en akıllı Osmanlılardan Ziya Paşanın ünlü beytini hatırlatayım:
"
İç bade güzel sev var ise akl ü şuurun. Dünya var imiş ya ki yoğ olmuş, ne umurun!"
Bunu doğru hayat felsefesi diye önermiyorum. Ama kafamız ve gönlümüzün yelpazesinde o tür özgürlüğün de zaman zaman yer bulabilmesi yadırganmamalı.