Ölenlere acıyanlara gülmek gelir içimden. Sanki kendileri ölmeyecekler...
"Ama ölen şimdi gitti. Bizim ne zaman gideceğimiz belli değil."
İyi ya, belli değil. Ya yarın ölecekseniz?
Hem, genç de olsanız, ömrünüzün normal süreyi dolduracağını da düşünsek, o süre öyle kısa ki...
Yeni yüzyıla, ayrıca yeni bin yıla giriyoruz diye kıyamet koparmış, havai fişeklerle geceleri gündüze çevirmiştik. "Daha dün gibi", değil mi? Bakın, devasa sandığımız o zaman dilimlerinin ilk on yılının sonuna yaklaşıyoruz. Çabucak geçiverdi işte.
On yılı yediyle, sekizle, bilemediniz dokuzla çarpın. Alın size en uzunundan bir insan ömrü...
Ben hep bu kısalığın ve zamanın geçiş hızının alaycı sırıtkanlığını göz ucuyla görerek yaşadım, yaşıyorum. Ve ölene değil, geride bir boşluk bırakmışsa "Onsuz kaldılar" diye canlılara acıdım hep.
***
Felek gaddarca rastlantılar düzenliyor. Türk toplumunda oluşan boşlukları, onları dolduran namussuzlukları sergilemek ve temizlik savaşı veren yiğitleri alkışlamak için yazdığım
"Kahramanlar Öldü mü?" oyununun açılışı vardı salı gecesi Ankara'da.
Bir gün sonra Ankara'da Türk tiyatrosunun bir kahramanı öldü.
Bu yazıya başlarken gazeteden telefon edip sordular:
"Cüneyt Gökçer'in ikinci bir Muhsin Ertuğrul olduğunu söylersek yanlış olur mu?"
"Yanlış olur," dedim.
"Muhsin Ertuğrul kendi alanında dünyanın en büyük kurucularından biriydi. Yoktan tiyatro var ederdi. Cüneyt Gökçer o bakımdan kıyaslanmamalı onunla. Kurulu düzenin içinde yetişti. Ama bir başka bakımdan da Muhsin Ertuğrul onunla kıyaslanmamalı. Çünkü büyük oyuncu değildi. Gökçer ise oyuncu olarak bir sanat deviydi."
***
Peki, kahramanlığı nereden geliyor? Tiyatro en yıkıcı kıskançlık üretebilen bir alandır. Öyle olması da doğaldır.
Her meslekten insan rakipleri kıskanır. Ama ortamlarda çok sayıda kişi bir arada parlayabilir. Tiyatroda ise
"Rolün büyüğü küçüğü olmaz" denir ama laftır. Dağıtımlarda başrol sayısı çok azdır. Geride kalanlar burulurlar haliyle.
Öyle bir ortamda kıskançlık sınırını aşabilmenin iki koşulu vardır: Hem dev, hem iyi kalpli olacaksınız. Cüneyt Gökçer o iki koşulu yerine getirebilmiş nadir sanatçılardandı.
Bir anı kitabımda anlatmıştım. Ben bir ara uçup tiyatro kurdum, günün Devlet Tiyatrosu yönetiminden feci bir kazık yedim. Ödünç verdikleri iki baş oyuncuyu
"Bize lazım oldu" diyerek birden geri aldılar. Gökçer çok iyi dostumdu. Hızır gibi yetişti. Olmayacak kişileri birkaç günde hazırlayıp sahneye çıkardı. Bu mucizeyi yaratırken insanlara davranışlarında gördüğüm sabrı, nezaketi, şefkati unutamam.
***
Kuruculukta Muhsin Bey'le kıyaslanmaması gerektiğini belirtirken o yönde hizmeti azdı demek istemedim. DT Genel Müdürlüğü'nde de çok şey yaptı. Örneğin Ankara'daki Altındağ Tiyatrosu'nu ve Yeni Tiyatro'yu sanatseverlere o kazandırdı.
İkincisi bir inciydi, en sevdiğim salondu. Sahiplerinin mazur görmemiz gereken rant hesaplarına kurban gitti; resmi ve özel sektörden yardıma koşan da olmadı.
Göstermelik laf değil, tiyatro uygarlık barometresidir. Havamızda korkunç bir boşluk var o ölçüyle. İstanbul'un yalnızca tiyatro binası diye oluşturulmuş tek yapısı olan AKM battal. Tepebaşı'nda yaktığımız tiyatro binalarının yerine bir sakalet örneğiyle çöreklenmiş TRT nefis Kıraç projesinin gerçekleşmesine taş koymayı sürdürüyor.
"Ciddi" bir gazetemiz Cüneyt Gökçer'in -kendi de başarılı bir sanatçımız olan- kızı Deniz'in cinsiyetini karıştırmış; ölüm haberini
"Oğlu İzinden Gitti" başlığıyla verdi dün.
Bereket, boşlukların yanı sıra en beklenmedik yerlerde doluluğa da rastlandığı oluyor. Salı günü Lemi Bilgin anlattı: bütçe görüşmeleri sırasında bir milletvekili
"Eski Genel Müdür gibi Kral Lear rolünü oynasanıza" demiş. Gökçer'in ruhu duyduysa biraz teselli bulmuştur.