Canım bugün biraz memleket havası almak istedi…
Arada bir böyle olurum…
Mart geldi…
Ama hâlâ her yer bembeyaz…
Yani baharın o iç kıpırdatan havasına daha var…
***
Memleket hasreti bizim uşaklar gibi başkalarını da yakıp kavurur mu acaba?
Bilmem ki…
Onlar da yürek taşır, Nasıl yanmasınlar ki…
***
Bugün siyaset yazmak istemedi canım…
Çünkü anacığımı gördüm rüyamda…
Belki de bu yüzden
'memleket' düştü aklıma…
Oysa akşam
CHP Mersin Milletvekili 'asi'
İsa Gök'le konuşmuştum.
Onu yazacaktım güya…
Salondan yaka paça dışarı atılmasına rağmen Ce Ha Pe'den ayrılmayacak.
Mücadeleye içten devam edecekmiş bizim inatçı Yörük İsa…
***
Neyse...
Dünya tatlısı anacığımı ölümünden 7 yıl sonra ilk kez bu kadar canlı gördüm.
Sanki elimle tutacak kadar gerçekti…
Bu yüzden uyandığımda uzunca bir süre kendime gelemedim…
Filmi geriye sardım…
Evimizin kapısı, karşısında parlament mavisi Karadeniz…
Ve karayemiş ağaçları…
***
Onu kokladım…
Kokusuna bayılırdım…
Sarıldım...
Öptüm, öptüm, öptüm…
O sadece gülümsemişti…
***
Sonra oturduğumuz iskemleden kalktı…
-
"Tarlaya gidiyorum, hayde" dedi…
Sepetini de omzuna taktı…
-
"Bana ver o sepeti güzel anam" dedim…
Diretti…
-
"Olur mu uşağum? Koca adam oldun köye karşı arkana sepet takar mıyım hiç" dedi.
Ardından da,
-
"Hem de ha bu köyün milletine, 'uşağının arkasına sepeti verdi
' dedirtmem" diye söylendi.
-
"Oy tatlı fistuğum… Sana kurban olurum ben… Yetmedi mi bunca yıldır taşıdığın yükler.
Bırak sepeti anam, ne olacak köye karşı" dedim…
İtiraz etmedi…
-
"Hee, o da doğri ya" dedi.
Yürüdük yol boyu…
***
Kar tamamen kalkmamış. Parça parça görünen yer karasından fışkıran mor menekşeler insana baharı, yaşamı müjdeliyordu…
Arkamda sepet, yanımda 'fistuğum' yeşili hiç solmayan karayemiş ağaçlarının tomurcukları ve karşı tepedeki yeşil çay bahçeleri…
Benden mutlusu yoktu…
***
Portakal ağaçlarına doğru yürürken çok şey konuştuk…
Hatırlamıyorum ama sık sık deniz manzaralı evimize bakıp bir şeyler söyledik birbirimize…
Dosta düşmana karşı yeni bir evimiz olsun isterdi hep…
***
Ne de güzel görünüyordu Karadeniz…
Laciverte dönmüş mavisine tomurcuk açmış ağaçlar renk katmıştı…
Karadeniz nasıl ve niye yapar bunu bilmem…
Oraya ait insanların ruhuna işler.
Yani oranın insanları Karadeniz'e benzer...
Karadeniz gibi bizim de sağımız solumuz pek belli olmaz…
Çok sakinken bakarsınız bir fırtına kopmuş ya da büyük fırtına apansız dinmiş, sakinleşmişiz…
Denizi gibi heyecanlıyız…
Hep bir hareket vardır bizde, hep bir çalkantı…
Velhasıl iyi tanımak lazım bizimkileri...
***
Tatlı anacığımla portakal ağacının altında bir taşın üstünde oturduk bir zaman…
Sarıldım güzel anama sıkı sıkı…
Veda ediyorduk sanki…
Yaşlı gözlerle baktık birbirimize…
Gözlerinden bir damla yaş süzüldü yüzüne doğru…
Yüreğime ateş düştü sanki…
Hiç dayanamazdım anamın yaşlarına…
Yüreğimi yerinden çıkarırdı onun bu hali…
Bazen yanık sesiyle ahırda gizli gizli ağladığını duyardım da hemen yanına koşardım…
Ben de dayanamaz onunla birlikte ağlardım…
Bu kez de öyle oldu, ağlamaya başladım…
Gözyaşlarımı sildiğimde
Anacığım çoktan gitmişti bile…
Portakal ağacı ve iki mezarla baş başa kalmıştım…
O zaman anladım rüya gördüğümü…
***
"Ne güzel bir rüyaymış" dedim içimden.
Meğer hâlâ uyuyormuşum…
Gözlerimi açtığımda oteldeki odamda yatağımdaydım.
Dışarıda ise lapa lapa kar yağıyordu…
Sahi az önce tatlı fistuğumla beraber değil miydik?
Babamla anacığımı portakal ağacının altına bırakıp yağan karı izlemeye başladım.
Ardından da çok sevdiği o türkü dolandı dilime…
Al şalım yeşil şalım
Dünyayı dolaşalım
Sen yağmur ol ben bulut
Yaylada buluşalım…
Sonra gözyaşlarım Karadeniz yağmurları gibi sel olup aktı.