Yakın dönem Türkiye tarihi altüst oluşlar ve askeri müdahaleler tarihidir. Son iki yüzyıl 'eski ile yeninin' veya 'değişimle-statükonun' mücadelesi şeklinde geçti. İmparatorluğun son döneminde yaşananlar bir yana çok partili hayatın başladığı 1950'den bu yana geçen altmış yılda üç fiili, bir postmodern, bir e-muhtıra şeklinde gerçekleşen darbeler ve çok sayıda müdahale teşebbüsü memlekette ciddi bir asker-siyaset problemi olduğunu gösteriyor. Askeri müdahaleler siyaset kurumunun kimyasını bozarken en büyük zararı kendisine verdi ve maalesef vermeye devam ediyor.
Kendisini rejimin bekçisi olarak konumlandıran asker, toplumsal değişimi okuyamayarak zamanla sistemin krize girmesine yol açtı. Tarihinde olmadığı kadar millet iradesini yok sayan ve zamanın ruhunu doğru tercüme edemeyen darbeci askerler orduyu modernleştirmek yerine kendi pozisyonlarını güçlendirmeyi tercih ettiler. Bu kısır döngü, düzenin ahengini bozarken 'huzursuz bir demokrasi' pratiği doğurdu. İtibar ve özgül ağırlık kaybeden siyaset ise yaşanan itilip kakılma içinde finali bilinen zevksiz bir tiyatroya dönüştü.
Devleti tarihin ve milletin önünde ayıplı duruma düşüren bu jakoben yaklaşım, her on yılda bir rejimi konsolide ettiğini düşünürken bilerek veya bilmeyerek sistemin zaafa uğramasına yol açtı. Darbecilerin rehinesi haline gelen ordu, asli işlevlerinden uzaklaşarak çıkmaz sokakta yol almaya çalıştı. Taktik adımlarla hareket eden asker, düzenin geleceğine dair uzun erimli bir strateji ortaya koymak yerine günübirlik hamlelerle durumu kurtarmaya çalıştı. Zayıf iktidarlar ve özgül ağırlığı olmayan siyasetçiler bu döngüyü dur diyecek toplumsal desteğe sahip olmadıkları için her düdük çaldığında kaderlerine razı oldular ve sahneyi terk ettiler.
Aktör sorunu mu, zihniyet problemi mi?
Son dönemde yaşanan gelişmeler bir yana Türkiye'de 'asker-siyaset' ilişkileri irdelendiğinde olağan olmayan bir tarihin varlığı fark edilecektir. Bu noktada küçük bir usul hatırlatması yapıp analizimizin aktüel aktörler üzerinden değil, ilkeler üzerinden yapıldığını belirtmemiz lazım. İsimler üzerinden yapılacak bir değerlendirmenin 'kayıkçı kavgası' yaklaşımı içinde bizi doğru bir noktaya götürmeyeceği ve kimseye bir faydası olmayacağı muhakkaktır.
Son beş yılda yoğunlukla darbe teşebbüslerini konuşan Türkiye'nin, en nihayetinde 12 Eylül darbesiyle ilgili iddianame hazırlaması ve Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan İlker Başbuğ'u tutuklaması tarihi ve simgesel bir anlam taşıyor. Bu sürecin 28 Şubat'a ve 27 Nisan'a uzanması sürpriz olmayacaktır. 'Süreklilik içinde değişimi' savunan bir siyasal gelenekten gelen AK Parti'nin bu süreci kişiselleştirmekten ve devri sabık yaratmaktan uzak biçimde ele alması sonuca dair umutları artırırken; üzerindeki tarihsel sorumluluğu da bir o kadar artırmaktadır.
Askerin hukukla imtihanı!
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un 'İnternet andıcı' davası kapsamında 'terör örgütü yöneticisi olmak ve darbeye teşebbüs' suçlamasıyla dün tutuklanması demokrasi tarihimizde yeni bir sayfa açarken aynı zamanda sistemin demokratik olgunluğunu ortaya koyuyor. DP döneminin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun askeri darbe teşebbüsüne karşı durmaktan dolayı tutuklanırken; Başbuğ'un, hükümete karşı propaganda yapmak üzere internet siteleri kurdurmak ve finanse etmekle suçlanması tarihi bir paradoks oluşturuyor. Bu gelişme Türkiye'nin demokrasi tarihinde milat olmakla birlikte bir anlamda askerin de hukukla imtihanı anlamına geliyor.
Sorunun geldiği noktada bir tarafta yargı bürokrasisi diğer tarafta ise emekli bir genelkurmay başkanı var. Eğer yargının davaya konu olan iddialarında bir eksiklik veya herhangi bir sorun varsa ciddi bir yargı problemiyle karşı karşıyayız demektir. Bu durumda tüm süreç olumsuz etkilenecektir. İçselleştirilmiş asker algısı göz önüne alındığında yargının eski bir genelkurmay başkanının söz konusu olduğu bir davada hata yapma lüksü bulunmamaktadır. Diğer yandan İlker Başbuğ'a atfedilen suçlamaların onda biri dahi gerçeklik payı taşıyorsa bu defa da 'asker-siyaset' sorunumuz çıkmamak üzere yeniden gündeme gelecektir. Her durumda da yaşamsal sorunları içinde barındıran bir süreç bizi beklemektedir.
Aslında tüm yaşananların özeti Türkiye'nin evrensel ölçekte bir hukuk ve demokratik düzene kavuşması ve 'yabancılaşan düzenin normalleşmesi' hadisesidir. İkinci Cumhuriyetle kurulan vesayet düzeni dördüncü cumhuriyete varmadan önce sistemin doğal akışı içinde rehabilite edilmektedir. Bununla birlikte eski de olsa bir Genel Kurmay Başkanın yargılanması konusunda özenli davranılması gerektiğini yeniden hatırlatmak gerekmektedir. Bu süreç sadece askerin değil aynı zamanda topyekûn Türkiye'nin imtihanıdır.