Trump ABD Büyükelçiliğini Kudüs'e taşıdı. Üstelik bütün Müslümanların hassasiyetini hiçe sayarak Ramazan ayının başında yaptı bunu. Dahası büyükelçiliğin açılış tarihi aynı zamanda Nekbe'nin yıl dönümü. Yani Filistinlilerin "büyük felaket" olarak nitelendirdikleri İsrail'in kuruluşunun yıl dönümünde. Trump yönetiminin bu tarihi dikkate almadığını söylemek mümkün değil. Aksine bu adım hesap edilerek atıldı. Böylece Trump yönetimi İsrail'e desteğini olabilecek en sembolik şekilde gösterdi. Kendi adına açılışı yapan kızının sarf ettiği sözler de bunun açık bir göstergesiydi. Dahası yine kendi bürokratlarının İsrail katliamlarını uluslararası platformlarda olabilecek en üst seviyede savunmaları da Trump yönetiminin İsrail'e desteğini ortaya koyuyor. Bu destekten güç alan İsrail'in de bu dönemi yüzyılın fırsatı olarak gördüğü aşikar. ABD'nin İsrail merkezli politikalarının ve İsrail'in saldırganlaşmasına karşı engel oluşturan en önemli güç ise Türkiye. Aralık 2017'de Trump'ın büyükelçiliği Kudüs'e taşıma kararına karşı Türkiye'nin gösterdiği çaba bugün de devam ediyor.
Türkiye'nin tepkisi
Genel anlamıyla Filistin davasında ve son İsrail saldırıları karşısında Türkiye'den yükselen tepkileri ahlaki ve stratejik düzeyde değerlendirmek mümkün.
Özellikle son birkaç yıldır Filistin meselesi üzerine konuşurken doğal olarak İsrail'in katliamları ve yarattığı insani trajediye odaklanıyoruz. İsrail "Kanlı Pazartesi" katliamında sekiz aylık Leyla ile daha önce iki bacağını kaybeden Ebu Salah'ı bile katledince meselenin ahlaki ve duygusal boyutu doğal olarak ön plana çıktı. Türkiye'den gerek resmi düzeyde gerekse kitlelerden yükselen tepkiler de bu noktaya yoğunlaştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan başta BM olmak üzere uluslararası toplumu ayağa kaldırmak için onlarca görüşme yaptı. Katıldığı TV programlarında -ki İngiltere'de olması dolayısıyla birçoğu uluslararası düzeyde yayın yapan kanallardı- ABD ve İsrail'in politikalarını açıkça eleştirdi. Yurt içinde de Kudüs ve Gazze temalı mitingler düzenlenecek. Böylece ortalama ahalinin güçlü tepkilerini canlı tutmaya ve bu tepkileri uluslararası arenada bir kaldıraç olarak kullanma yoluna gidecek. Mecliste grubu olan partiler de bu siyasete ayak uydurarak ortak bir tavır gösterdi. Bununla da yetinilmedi ve hükümet Washington Büyükelçisini geri çağırdı, sosyal medyada provokatif bir tavır takınan İsrail Büyükelçisini de ülkesine gönderdi. Böylece Türkiye arada çıkan ayrık sesler dışında büyük ölçüde Filistin davasını sahiplendiğini gösterdi.
Bütün bu tepkilerin ahlaki boyutta yoğunlaştığını ifade etmek mümkün ve bu gayet doğal ve ayrıca oldukça değerli. Türkiye birçok meselede olduğu gibi bu konuda da insanlığın vicdanı oluverdi. Tepki göstermekle kalmadı, Gazze'de yaralananların tedavi edilmesi için de gerekli girişimlerde bulundu ancak İsrail ve Mısır bunun önüne geçti. Bu ahlaki tepkilerin aynı zamanda stratejik düzeyde izlenen siyasetin tamamlayıcısı olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
İsrail ile ilişkiler
İlişkilerdeki inişli çıkışlı seyir çoğu zaman İsrail'in attığı adımlardan rahatsız olan Türkiye'nin ilişkilerin seviyesini düşürmesinden kaynaklanmıştır. 1956'da Süveyş saldırısı sonrası, 1980'de Doğu Kudüs'ün ilhak edilerek Kudüs'ün İsrail tarafından başkent ilan edilmesi karşısında ve 2009'da Mavi Marmara saldırısı sonrasında ilişkiler en alt düzeye indirilmiştir. Bu örneklerden yola çıkarak Kudüs söz konusu olduğunda Türkiye'nin tarih boyunca oldukça ilkeli ve tutarlı bir politika izlediğini söylemek mümkün. Dahası Türkiye Kudüs'teki büyükelçiliğini kapatmayan tek ülke olarak Doğu Kudüs'ün Filistin'in başkenti olduğu iki devletli çözümü desteklemekte ve bu yönde adımlar atmaktadır. 2012'de Filistin yönetiminin BM'ye gözlemci üye olarak kabul edilmesi için sarf ettiği çaba bu politikanın izlerini gözler önüne sermektedir. Kaldı ki bu iki devletli formül BM ve uluslararası toplum tarafından da kabul görmektedir.
Bu tutarlı çizgi bir yana Trump yönetiminin Filistin meselesine yaklaşımı ve İsrail'in bu çerçevede attığı adımlar da Türkiye için kabul edilebilir adımlar değil. Trump bu konuda ilan ettiği "Yüzyılın planı"nı sık sık dillendirse de içeriğine dair bir açıklama yapmış değil. Ancak attığı adımlar bu plana dair ipuçları olarak da değerlendirilebilir. ABD Büyükelçiliğinin Kudüs'e taşınması bu planın ilk ve büyük adımıdır. Bundan sonra Filistinli güçlerin tamamen tasfiye edilmesi ve İsrail yayılmacılığının daha hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi için oldukça rahatsız edici adımların geleceğini görmek zor değil. Netanyahu'nun bir süre önce "ekonomik barış" söylemi de bu durumu işaret etmektedir. Ekonomik barış Gazze başta olmak üzere tecrit edilen Filistin halkının kısmi olarak rahatlaması karşılığında bütün Filistinli güçlerin tasfiyesini içeriyor. Böylesi bir durum Filistin devletinin, otoritesinin ve hatta halkının orta vadede yok olması anlamına geliyor. Bu plan Ankara'nın Ortadoğu politikası ile stratejik düzeyde uyumsuzluk göstermekte ve doğal olarak Türkiye'nin tepkisini çekmektedir. Türkiye'nin gerek diplomatik gerekse insani düzeyde gösterdiği tepkileri bu çerçevede değerlendirmek gerekir.