Bütün dünya, neredeyse dört buçuk aydır tarihin en büyük soykırımlarından birisini "canlı" olarak izliyor. 7 Ekim sonrasında ABD, Batı ve İsrail tarafından "İsrail'in kendisini savunma hakkı" olarak meşrulaştırılmaya çalışılan bu katliam ise ideolojik kökenleri münasebetiyle 250 sene geriye dayanıyor.
1799'da Napolyon'un Filistin topraklarını sömürgeleştirme ve bir Yahudi yerleşimi, devleti inşa etme fikri, 19'uncu yüzyıl ortalarında İngiltere'de de yayılmaya başlamış, Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl'in 1897'de İsviçre'de bir konferansta bu devletin esaslarını duyurmasıyla somutlaşmıştır. 1917'de Kudüs'ün İngilizlerce işgali ve 1948'de İsrail devletinin kurulmasından beri ise değişmeyen tek bir gerçek vardır: İsrail'in "Büyük Gazze Planı".
Bunun bir komplo teorisi olmadığını çeşitli tarihsel olgularla doğrulamak mümkün. 1967'deki 6 Gün Savaşları sonrasında İsrail'in Gazze Şeridi, Doğu Kudüs, Golan Tepeleri ve Sina Çölünü nasıl işgal ettiği ortada. 1979'da İsrail ve Mısır arasında imzalanan anlaşma ve Sina Yarımadası'nın Mısır'a geri verilmesine kadarki sürede İsrail'in yarımadada 18 yerleşim yeri inşa ettiğini de biliyoruz. Hatta dönemin İsrail savunma bakanı Moshe Dayan'ın Gazze'nin güneybatısında, Sina içinde Yamit adında bir liman şehri inşa etme fikrini öne sürdüğü de bildiğimiz bir diğer gerçek. Bu şehrin nüfusunun ise İsrail'in Sina'yı kontrol etmesi halinde 250,000'i geçeceğini iddia ettiğini ama bu planların İsrail içerisinde dahi tepki gördüğünü biliyoruz. İsrail'in aynı şekilde sınırın yanındaki, İsrail'in Eilat liman şehrinin güneyindeki Taba kentinde oteller inşa etmeye başladığı da ayrıca biliniyor.
Bunları özet bir tarihsel sıra ile izah etmek önem arz etmektedir, çünkü şu an yaşanan katliamın sebebi 7 Ekim'de yaşanan olaylar değildir ve hiç olmamıştır. 1971'de Filistinlileri Gazze'den Sina'ya sürgün etme fikri İsrail tarafından gittikçe kanıksanmış, hatta İsrail'in Sina Yarımadası'nı kontrol etmeye dair planları günümüze kadar devam etmiş, onlarca yıldır yaşanan katliamların arkasında ilk günden beri bu plan olmuştur.
Adı her ne kadar ilk olarak 2014 yılında kamuoyuna yansısa da, İsrail'in bu planlarının devamını teşkil eden "Büyük Gazze Planı" 2007'de alenen ortaya çıkmıştır. Dönemin ABD Başkanı Bush tarafından Hamas'ın Gazze'deki seçimleri kazanmasıyla tekrar gündeme taşıdığı plan, bilindiği ve bu yazıda da ele alındığı üzere sadece Gazze ile sınırlı değildir ve Sina Yarımadası'nı da kapsamaktadır. Mübarek'ten Mursi'ye ve şu anki Mısır Cumhurbaşkanı Sisi'ye kadar tüm Mısırlı liderlerin bu planı kabul etmeye yönelik baskı gördükleri ise bilinen bir diğer gerçektir.
2018'de dönemin ABD Başkanı Trump'ın Ortadoğu Barış Planı olarak lanse edilen ve "Yüzyılın Anlaşması" olarak ABD tarafından servis edilen anlaşmada da, söz konusu "Büyük Gazze Planı'nın" dahil edilmesi konuşulmuş, Körfez ülkelerinin İsrail ile normalleşmenin bir parçası olarak bu planı finanse etmeleri tasarlanmıştı. Bu planın en temel unsuru ise, meşruiyet kazanabilmesi adına Gazze'nin yaşanılmaz hale getirilmesiydi. Sisi'nin Müslüman Kardeşler ve onunla ilintili gruplarla sorunlu ilişkisinin bu planı kolaylaştıracağına inanan ABD ve İsrail, yine bölge sosyolojisine dair hesap edemedikleri gerçeklere takıldı.
Çünkü güncel tabloda, Arap Dünyası'nın liderleri halklarının tepkisinin de etkisiyle geri adım atmak zorunda kaldı. Böyle bir ortamda Türkiye artık çevre değil, merkez ülke misyonu benimsemeye, sorunlu ilişkilerini düzeltmeye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır ile yakınlaşarak bu oldubittilere izin vermemeye kararlıydı. Pek farkında olunmayabilir ama Türkiye'nin 2018'deki Trump planı sonrası yürüttüğü diplomatik onarım süreci ve Sisi ile Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yapılan son görüşmesi, pragmatist bir dış yatırım çekme politikasının çok ötesinde, bölgesel barış ve huzur hamlesidir. Sadece Türkiye'nin geleceği değil, aynı zamanda Filistin'in özgür olabilmesi adına atılmış, hakkı yeterince teslim edilmeyen bir stratejidir.
Bu hamlenin çaresizliği, küresel baskının da etkisiyle agresifleşen Netanyahu ve ABD ise ilk olarak 2018'de İsrailli gazeteci Ron Ben-Yishai'nin ortaya çıkardığı Gazze'yi işgal, ikiye bölme ve yaşanılamaz hale getirme projesini bir an önce tamamlamanın peşindeler. Siyasi kariyerleri belirsiz ve bitmek üzere olan Netanyahu ve Biden gibi iki figürün döneminin tercih edilmesi ise tesadüf değil. Sahneden ayrılmadan evvel İsrail'in "geleceğine" yönelik yapmak istedikleri yatırımı ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmek adına Netanyahu, katliam noktasında sınır tanımazken, ABD zahiren kınama noktasına geldiği bu soykırımı ve planı tamamlamak adına UNRWA (Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı) yardımlarını keserek bunu mümkün kılmaya çalışıyor. Sahada askeri olarak planlarını gerçekleştiremeyen, diplomatik, insani ve ahlaki olarak savaşı çoktan kaybeden, halihazırda kendi iç kamuoylarında gözden çıkarılmış Netanyahu ve Biden, gitmeden önce çılgınlaşabildikleri kadar çılgınlaşmaya odaklanmış durumdalar.
On yıllardır tasarlanan Gazze'yi Filistinlilerden "arındırma" stratejileri 2000'li yıllarda Gazze açıklarında keşfedilen ve takriben beş yüz milyar doları bulan kaynaklarla beraber hızlanan ABD ve İsrail'in planı, Gazze ile de sınırlı değil. Sina Yarımadası ve bölgede birçok alanı işgal etmeye dair stratejileri uzun zamandır bilinen bu iki ülke, şu andaki konjonktürü, kendilerine karşı nesiller boyu sürecek bir nefreti, Netanyahu ve Biden özelinde tutarak bunu gerçekleştirmeye çalışıyor.
Sonuç olarak şu an yaşanan sürecin, soykırımın 7 Ekim ile başlamadığını, tarihsel olarak 250 senedir gündemde olduğunu, Netanyahu ve Biden ile de son bulmayacağını anlamalıyız. Bu süreci Netanyahu ve Biden'a ihale ederek sorumluluklarından sıyrılmaya çalışacak olan ABD ve İsrail'e izin vermemeliyiz. Kendilerinin kullanışlı aparatı olan, çıkardıkları suni ve kontrollü çatışmalarla bu iki ülkenin imdadına yetişen ülke ve terörist grupları iyi tanımalıyız. Bölgedeki krizi, bölgenin ötesine taşıyarak tüm dünyayı istikrarsızlaştırmayı dahi göze alabilen bu ülkelerin planlarını, Türkiye'nin son yıllarda Körfez ülkeleri ile tahkim ettiği ilişkiler ve terör örgütlerine karşı yaptığı operasyonlarla nasıl bozduğunu iyi idrak etmeliyiz.
Suriye ve Kuzey Irak'taki terör örgütlerine yönelik operasyonların bölgesel güvenlik öncelikli olduğunu, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır ile ilişkilerin geldiği düzeyi iyi anlamalıyız. Rusya ile ikili iyi ilişkileri, Yunanistan ile son dönemde yaşanan olumlu atmosferi, Libya'daki varlığımızı, birbiri ile direkt olarak ilintili bir stratejinin parçası olduğunu görmeliyiz. Bölgenin ve dünyanın mütekamil olmaktan uzaklaştığı noktada Türkiye'nin ne yapmaya çalıştığını daha etkili şekilde anlatmalıyız.