Son dönemde gündemde olan ve tedrici biçimde tartışma evrenini genişleten "sosyal medya düzenlemesi", sadece siyasetin alanıyla sınırlı bir mevzu olmaktan çıkmıştır. Türkiye'nin yakın tarihinde farklı pratiklerde kendisini gösteren bu konu, genelde özgürlüklerin sınırlandırılması üzerinden tartışılmaktadır. Bu bağlamda konunun güvenlik boyutuna tekabül eden kişisel bilgilerin korunması ve özel hayatın ihlali gibi durumları ile ülke güvenliğini riske edecek tehditler ve kamu güvenliği gibi hususlar göz ardı edilmektedir. Konunun bütün boyutları ile tartışılmasını imkansız hale getiren nokta ise, Türkiye'nin bölgesinden ve dünyadan yalıtık bir kategoride düşünülerek değerlendirilmesidir. Bu ifadeden kasıt Türkiye'de yapılması planlanan ve önemli ölçüde Avrupa örnekleri ile benzerlikler taşıdığı düşünülen düzenlemelerin Türkiye'de yapıldığında ciddi sorunlar doğuracağı önyargısıdır. Bu da konunun çifte standartla belirli klasik algılardan hareketle ele alındığı ve sığ biçimde analiz edildiğini göstermektedir.
Türkiye'nin uzun yıllardır yaşadığı tartışma konularının başında internet üzerinden yapılan erişim engellemeleri gelmektedir. İlk defa 2007 yılında Atatürk'e hakaret içeren videoların yayımlanması gerekçesiyle YouTube adlı video paylaşım sitesine erişim engeli koyulmuş ve bu uygulama farklı dönemlerde tekrar edilmiştir. 2010 yılında dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'a ait olduğu iddia edilen ve özel hayatın gizliliğini ihlal ettiği gerekçesiyle erişim engellemesi uygulamasına gidilmesi bunun bir örneğidir. Süreç içerisinde "ulusal güvenliğe tehdit" oluşturan ses kayıtları ve görüntülerin yayımlanması durumunda da benzer önlemler söz konusu olmuştur. Özellikle Savcı Mehmet Selim Kiraz'ın DHKPC'li teröristler tarafından makamında rehin alınarak şehit edilmesi görüntülerinin YouTube ve Twitter'da yer alması ve ilgili kurumların söz konusu içeriklerin kaldırılması yönünde talepte bulunmasına rağmen kaldırılmaması üzerine, bu platformlara da erişim engeli uygulanmıştır. Tüm bu süreç, aslında mahkeme ve konuya muhatap olan kurumların talepleri ile hukuki prosedürler gözetilerek yapılan girişimlerdir. İlgili talepler karşılandığında ise söz konusu platformlara erişim engeli kaldırılmakta ve süreç normal hale gelmektedir.
Buradaki temel sorun ülkelerin kendi güvenliklerini ve kişilerin hukukunu gözetmeleri gereken durumlarda gösterdikleri reaksiyona, ulus-aşırı şirketlerin verdiği karşılıktır. Hiç kuşkusuz kendi vatandaşını hem ticari hem de hukuki açıdan korumak isteyen ülkeler, söz konusu şirketlere ilişkin regülasyonları bir egemenlik meselesi olarak yorumlamaktadır. Nitekim Facebook ve Twitter gibi kurumlar sene içerisinde ülkelerin talepleri ve bu taleplerin karşılanma oranlarına ilişkin hem istatistiki hem de içeriksel olarak bilgilendirmeler yapmaktadır. Bu anlamda ülkelerin taleplerinin karşılanma oranlarında Türkiye'nin Avrupa ülkeleri ve ABD'ye oranla çok gerilerde kalması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bu durumda, Türkiye'nin üzerinde konuşulan ve kamuoyuna yansıyan bazı içeriklerden anlaşılacağı üzere, sosyal medya şirketlerine başta temsilci atama zorunluluğu ve bilgi paylaşımları gibi konularda düzenlemeler getireceği öngörülüyor. Düzenlemenin içeriği bütünüyle bilinmemesine rağmen ciddi spekülasyonların yapılması konunun farklı boyutlarının anlaşılmasını da güçleştirmektedir.
Avrupa örneklerinde sosyal medya düzenlemeleri
Sosyal medya ile ilgili düzenlemelere bakıldığında Almanya ve Fransa gibi ülkelerin öne çıktıkları görülmektedir. Almanya'da 2017 yılında kabul edilen ve 2018'de yürürlüğe giren kanun, sosyal medya şirketlerine yönelik bağlayıcı hükümleri içermesi açısından öncü bir örnektir. Örneğin sosyal ağ sağlayıcıları kendilerine iletilen şikayetleri periyodik olarak raporlaması gerekmektedir. Benzer biçimde sınırları tayin edilen nefret suçu, hakaret, manipülatif içerikler ve kanunda suç sayılan unsurlarla ilgili şikayetler yirmi dört saat içerisinde ilgili şirketler tarafından silinmelidir. Yasada önemli bağlayıcı hükümlerden bir diğeri de sosyal medya şirketlerinin faaliyet gösterdikleri ülkelere temsilci ataması zorunluluğudur. Tüm bu bağlayıcı hükümlerin ilgili kurumlar tarafından uygulanmaması durumunda ise ciddi para cezaları ve farklı ek tedbirler söz konusu olmaktadır.
Bu konuda yaptığı düzenlemeler ile örnek teşkil eden bir diğer ülke de Fransa'dır. 2017 yılında Macron'un başkan seçilmesinin ardından internet tabanlı mecraların etkileri üzerine yapılan tartışmalarda Macron öncü bir rol oynamış ve Fransa'da internet tabanlı mecralar üzerinden yapılan manipülasyonların engellenmesi amacıyla kanun hazırlanmıştır. Seçimler öncesinde aşırı sağ adayı Marine Le Pen'i desteklediği ve Macron'u hedef aldığı iddia edilen içeriklerin sosyal ağlarda yoğun biçimde yer alması ve söz konusu ağların demokrasi açısından bir tehdit oluşturduğu tartışmaları, yasanın oluşturulmasındaki temel dinamiklerdir. Sosyal medya platformlarını regüle eden son gelişme ise sosyal ağ sağlayıcıları ile ilgili benzer düzenlemeleri içeren "Avia Yasası"dır. Söz konusu yasanın içeriği, Almanya ile ciddi paralellikler taşımakta ve sosyal ağ sağlayıcılarını ülke kanunlarına tabi olmaya zorlamaktadır. Almanya ve Fransa'nın kurumsallaştırmaya çalıştığı bu tutum, diğer birçok ülkenin de kadrajında olan ve yakından takip ettiği gelişmelerdir. Nitekim birçok ülke mikro değişiklikler ve yerel farklılıklar söz konusu olmakla birlikte aşağı yukarı benzer gerekçeler ile bu tür yasaları hazırlama aşamasındalar.
Kimler ne tepki veriyor?
Hem Almanya hem de Fransa'da yürürlükte olan bu yasalar çok çarpıcı biçimde liberal ve aşırı sağ aktörler tarafından eleştirilmektedir. Her iki pozisyon da bu uygulamaları düşünce ve ifade özgürlüğü kategorileri üzerinden ele almakta ve sansür tehdidi ile karşı karşıya olduklarını vurgulamaktadırlar. Yakından bakıldığında liberaller, özgürlüklerin tehdit altında olduğu vurgusu ile devletin etki alanını genişleten her türlü yaklaşıma mesafe geliştiren klasik yaklaşımdan hareket etmektedir. Halbuki risk toplumlarında ve kriz anlarında sivil inisiyatiflerin krizleri çözmekte devletler kadar başarılı olmadığı açık biçimde görülmektedir. Kaldı ki bireylerin hukukunu sözleşme modeli ile devrettikleri devlet, her hal ve şartta bu hukuku korumakla mükellef organ olarak bilinmekte ve her geçen gün etkisini artırmaktadır. Aşırı sağ aktörlerin bu tür yasalara karşı çıkma motivasyonu ise kendilerine sınırsız özgürlük alanı sağlayan sosyal ağların denetime tabi tutulması ile ilişkilidir. Regüle edilen bu mecraların yabancı karşıtlığı, nefret suçu ve İslamofobik içeriklerle ilgili daha dikkatli davranacağı beklentisi, bu aktörleri tedirgin etmektedir.
Hiç kuşkusuz internet üzerinden yayılan ve hayatımızın hemen her alanına temas ederek radikal değişimleri tetikleyen sosyal ağlar regüle edilmesi gereken mecralardır. Bu sadece devletlerin hukuku ve egemenlik meselesi ile sınırlı bir husus değildir. Türkiye'de özgürlüklerin sınırlandırılması olarak yorumlanan ve Kemalist dönemin otoriter politikaları ile karşılaştırılan bu regülasyon girişimlerine yönelik eleştiriler, mevcut dünya reel-politiğini dikkate almamakta ve gelişen dünyanın dinamiklerine ayak uyduramamaktadır. Nitekim sosyal ağ sağlayıcılarının hem ticari hem de siyasi bir güç haline gelmeleri, küreselleşme trendi ile yükselişe geçen devlet ve küresel şirketler rekabetini farklı bir evreye taşımıştır. Son dönemde yükselişe geçen korumacı trendi anlamakta zorluk çeken Türkiye'deki eleştirel kamuoyu ve muhalefetin, konuyu sadece siyasetin alanıyla sınırlı tutması ciddi sorun alanlarının görülebilmesini imkansızlaştırmaktadır.