Mezhep çatışmaları ve DAEŞ örgütünün bölgesel yayılışı, son iki yılda Ortadoğu ve Kuzey Afrika'nın makus talihini şekillendirmekte. Bölgede Yemen, Bahreyn, Irak, Suriye, Lübnan bölge dışında ise Afganistan ve Pakistan yoğun mezhep çatışmalarına sahne olmakta. Yemen ve Suriye'de mezhep çatışmaları iç savaşa dönüşmüş durumda. DAEŞ örgütü ise bütün bu coğrafyayı aşan bir şekilde yayılım göstermekte. Hatta Avrupa dahi DAEŞ açısından bir yayılma alanı haline dönüşmüş durumda. DAEŞ ile mücadele konusundaki ittifak ve işbirlikleri ise bölge jeopolitiğinin şekillenmesine etki etmeye devam ediyor.
Bölgedeki bütün aktörler DAEŞ'le mücadele stratejisi geliştiriyor. İşin ilginci, bu stratejilerin ortak hedefi DAEŞ'in ortadan kaldırılmasından çok, her bir aktörün kendi mücadele araçlarının hakimiyeti üzerine odaklanmış olması. "DAEŞ ile mücadele" bütün planları meşrulaştıran sihirli bir tılsım haline dönmüş durumda. ABD, PYD, İran, Iraklı Şii milisler, Esad Rejimi, General Sisi ve Suudi Arabistan gibi bütün aktörler DAEŞ ile mücadele adı altında, ortak paydası neredeyse sıfıra yakın açık ve örtülü operasyonlar sürdürmekteler. 'Mezhep çatışması' söylemi ve DAEŞ ile mücadele, bölgedeki otoriter rejimlerin kendi iç siyasetlerini istedikleri gibi şekillendirmelerini ve kendi toprakları dışındaki bölgelere müdahale edebilmelerini sağlıyor.
Kazanan ve kaybedenler
Ortadoğu'daki otoriter rejimler 'Arap Baharı' sonrası ortaya çıkan özgürlük taleplerini ve meşruiyet sorunlarını mezhep çatışması ve DAEŞ gibi örgütleri bahane ederek 'güvenlikleştirerek' aşma yoluna gittiler. Ortaya çıkan özgürlük talepleri ve demokratikleşme yönündeki beklentileri görmezden gelerek statükoyu devam ettirmeye çalıştılar. Özellikle DAEŞ'in bölge genelinde yayılması, Irak, Suriye ve Libya'da mevzi kazanması ve Afganistan, Yemen gibi ülkelerde saldırılarda bulunması güvenlik devleti yaklaşımına uluslararası camiada da bir meşruiyet kazandırdı. Sisi gibi darbe ile işbaşına gelen bir liderin dahi hızlı bir şekilde uluslararası kabul görmesinin önü açıldı.
Meselenin diğer bir boyutu ise İran'ın Irak, Suriye ve Yemen'de ortaya çıkan otorite boşluğunda alan hakimiyeti kazanması oldu. İran'ın ortaya çıkan güç boşluğunda bölgesel etkinliğini artırması, özellikle Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerinde tedirginlikle karşılandı. Sünni Arap rejimleri, Şii yayılmasına karşı ortak ordu kurulması fikrini dahi gündeme aldılar. Ancak İran'ın bölgede alan hakimiyeti kazanmasını sağlayan sürece bakıldığında, bu işin temelinde ılımlı Sünni siyasi hareketlerin bizatihi otoriter Sünni rejimler tarafından tasfiye edilmesinin önemli bir rolü olduğu görülebilir. İran, otoriter rejimlerin çekindikleri ılımlı Sünni hareketler tasfiye edilmesinin ortaya çıkardığı boşlukta kendine genişleme alanı buldu. Paradoks gibi görünse de ortaya çıkan yeni durum, hem İran'ın hem de kendi otoriter rejimlerini muhafaza etmeye çalışan Sünni rejimleri işine yaradı. Bu sürecin asıl mağduru ise yaşanan çatışma ve karmaşalarda hayatları altüst olan bölge halkları oldu.
Yaşanmakta olan sürecin muhasebesi yapıldığında ortaya çok kafa karıştırıcı bir tablo çıkmaktadır. Sürecin kısa vadede görünen kazananı güvenlikçi yaklaşımlar, kaybedeni özgürlük ve insan hakları odaklı beklentilerdir. Benzer şekilde otoriter elitler kazanırken halk kitleleri, mezhepçi politikalar kazanırken ılımlı ve entegrasyoncu aktörler kaybetmiştir. Nihayet, milisler ve bölge dışı aktörler bu süreçten kendilerince kazançlı çıkarken devlet yapıları ve yerel siyasi dokular zarar görmüştür. Silah simsarlarına gün doğmuş, barış mücadelesi veren aktörler iyice zayıflamıştır.
Şüphe yok ki mezhep çatışmaları ve DAEŞ'e karşı mücadele bahanesi, 'Arap Baharı' dalgası ile sarsılan bölgenin otoriter rejimleri için can simidi oldu. Ancak bütün bu yaşananlardan sonra bu rejimler için güvenli kıyıların halen çok uzakta olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
* İstanbul Şehir Üniversitesi