Milenyumun ilk yılında, 10 Haziran günü, İngiltere'de "ileri teknoloji" ürünü olduğu söylenen Milenyum Köprüsü kraliçe Elizabeth tarafından resmen açıldı. Resmi açılıştan sonra köprünün yürüme yolundan binlerce insan geçmeye başladı. Birkaç dakika içinde köprü sallanmaya, yayalar da sağa sola tutunmaya başladılar. Resmi makamlar köprüyü hemen kapattılar ve çok fazla kişinin aniden yürümesi sonucu sallanmanın meydana geldiğini söylediler. İkinci gün köprü, sınırlı sayıda yayanın kullanımına tekrar açıldı. Sonuç değişmedi, köprü sallanmaya devam ediyordu. İki gün sonraki denemede de manzara aynı olunca köprü açıklanmayan bir tarihe kadar tamamen kapatıldı. Bazıları köprünün statiğini, bazıları da sıra dışı hava şartlarını sebep olarak dile getirdi. Oysa gerçek sebep köprünün mimarisiydi. Yürüme yolunun, yayaların yarattığı harekete vereceği tepki hesaplanamamıştı. Sadece bir kişinin yürüme yolunda ayaklarını kaldırıp indirmesiyle oluşan etki belki anlamsızdı. Ama yüzlerce kişi aynı anda ve düzensiz bir şekilde yürüdüğünde oluşan etki yaya bandının etkilenmesi için yeterliydi. Bu etki, köprüyü salladıkça daha çok kişi kendi dengesini korumak üzere "sistem karşıtı" harekete tepki vermekteydi. Tepki dozajı arttıkça, sallanma dozajı artmakta, hem geçici sistemik hem de karşıt hareket, dengeyi yakalamak umuduyla tepkilerine devam etmekteydiler. Bu döngü, kaçınılmaz olarak köprünün yıkılmasına yol açacaktı.
Irak işgaliyle tetiklenen siyasi dalgalar
Bugün 19 Mart 2011. Bundan tam sekiz yıl önce, mutantan bir misyoner söylemle ABD Irak'ı işgal etti. İşgalin üzerinden sekiz yıl geçmesine rağmen, işgalin sebep olduğu "siyasi tsunami"nin etkileri devam etmektedir. Tsunami, Japonca'da tsu (liman) ve nami (dalga) kelimelerinin birleşimi ile ifade ediliyor. Daha önceleri aynı dalga sistemine med-cezir deniliyordu. Daha ilginci, bu dalga sistemlerine "yetim dalgalar" da denilmektedir. Yetim dalgalardan kasıt, sahipsiz ve nereye gideceklerinin belli olmamasıdır. Bir deprem sonrası ortaya çıkan kırılma etkisinin binlerce km uzakta da görülme ihtimali bulunmaktadır. Okyanus yüzeyinde tektonik bir süreçle deprem ortaya çıkmaktadır. Kırılmanın üzerindeki su kütlesi önce yukarı sonra aşağı inerek devasa bir hareketlenmeye yol açmaktadır. Ortaya çıkan dalgalar her seferinde tsunami üretmemektedir. Önemli olan dalgaların nasıl hareketlendiğidir. Irak işgali ile hangi siyasi dalgalar oluşmuştu? Bir, Saddam gibi bir zamanlar batı adına oldukça işlevsel olmuş bir diktatör ordusu savaşmadan devrildi. İki, işgal sonrası bütün Ortadoğu'nun siyasi ve sosyal mikrokozmozu olan Irak'ta etnik ve mezhepçi fay hatları harekete geçmiş oldu. Üç, bölge ülkeleri ortaya çıkan siyasi boşluğu, istikrar üzerinden değil kısa vadeli vekâlet savaşları üzerinden doldurma gayreti içerisine girdiler. Dört, Türkiye, Irak işgali sırasında diğer bütün aktörlerden farklı bir tutum izleyerek hem işgale ortak olmadı hem de ortaya çıkan "yetim dalgaların" tahrip gücünü zayıflatacak müşfik adımları atan tek ülke olmayı başardı.
Türkiye'nin siyasal jeolojiyle imtihanı
19 Mart 2003'te Irak'a ayak basan ilk ABD askeri ve ardından hareketlenen bütün Ortadoğu Milenyum köprüsünden daha farklı bir statik sorunu yaratmış değil. ABD sadece ayak basarak jeopolitik dengeyi sarsmış olsa iyiydi. Aynı zamanda, deprem etkisi yaratacak şekilde durdurulamaz kırılmalara yol açtı. Önümüzdeki aylar ve yıllar, sistem karşıtı bu harekete karşı kendisini koruma reflekslerinin, kırılmanın kendisini daha da büyüttüğü bir kısır döngüyle geçecek. Bin Ali ve Mübarek tarzı çekilmeler, ortaya çıkan sallantının bir süre durmasını elbette sağlayabilir. Lakin yaşanan kırılma çoktan sallanma düzeyini aşmış durumda. Ortadoğu, Kafkasya ve Kuzey Afrika halkları, son 7-8 yılda, Saddam, Bin Ali ve Mübarek'in gitmelerinin mesajını oldukça hızlı bir şekilde siyasi dile tercüme edeceklerdir. Irak üzerinden kırılan etnik ve mezhepçi fay hattı; değişim ve "devrimler" üzerinden geç kalmış Arap milliyetçiliğini derinden tetiklemektedir. Bu hareketlenme toplamda Türkiye'nin öncülük ettiği "azami entegrasyon ve bölgesel işbirliği" girişimlerinden ziyade daha lokal ve daha etnik başarı hikâyeleri arayışı içindedir. Türkiye bu yeni dalganın karşısında hem bir istikrar ve güven adası hem de dalganın kendisini paranteze alacak bir güçlü bir aktör olarak görülmektedir. Bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'yı saran siyasi hareketlenme karşısında, Türkiye ne Batı'nın sadece sarsıntıyı derinleştiren oryantalist makasına girebilir ne de bölgesel vizyonu etnik momentuma kurban edecek geç kalmış bir milliyetçiliğe ram olabilir. Türkiye, özellikle son yıllarda dillendirdiği dış politika söylemini kuvveden fiile geçirecek adımlarla taçlandırmak durumundadır. Ortaya çıkan "yetim dalganın" son 8 yılda adalet çizgisiyle imtihanlardan geçmiş Türkiye'den daha öncelikli bir sahibi olamaz. Türkiye'nin bu potansiyelinin hayata geçirilmesinin diğer önemli ayağı ise ülke içinde siyasi normalleşmenin hitama ermesinden geçmektedir. Özellikle muhalefet partilerinin ve bürokrasinin mezkûr potansiyele dair daha özgüvenle bakan bir dile ihtiyaçları var. Unutulmamalı ki, eğer yaşanan değişim akamete uğramadan devam ederse önümüzdeki aylar ve yıllar bütün bölgemiz için yeni bir toplumsal sözleşme yazımı dönemi olarak geçecek. Türkiye bu süreçte kendisiyle beraber bölgesine katkı verme potansiyeline sahip tek ülke konumunda. Bu kıymetli pozisyon heba edilmemeli.