15 Mayıs tarihinde Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından "Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı" ile TÜİK'in 2023 yılı doğum istatistikleri, verilere dayalı politika analizi için iyi bir örnek oluşturuyor. Vizyon belgesi ve eylem planını değerlendirmeden önce Türkiye'deki doğum verilerini incelemekte fayda var. Bu veriler arasındaki başlıca göstergelerden birisi olan doğurganlık hızı, 2000'li yıllarda hep düşme trendinde. 2001 yılında bu oran 2,38 iken 22 yıl sonra 1,51'e düştü. Özellikle 2019 yılından sonra ciddi oranda azalan doğurganlık hızı, nüfusun kendini yenileme düzeyini gösteriyor. Çünkü nüfusun "yaşlı nüfus" kategorisinde olmaması için doğurganlık yaşında olan her kadının gerisinde yaklaşık olarak 2 çocuk bırakması gerekiyor. Nüfusun yaşlanmaması, genç ve dinamik olması ise bir toplumun sadece sosyal dinamiklerine karşılık gelmez, bu durum aynı zamanda ülkenin orta ve uzun vadede ekonomik yapısını da belirleme etkisine sahip.
Yaşlanan nüfusun beraberinde getirdiği ve çözülmesi hem finansal hem de beşeri anlamda kaynak gerektiren birçok mesele var. Öncelikli olarak yaşlı nüfus, aktif çalışma yaş grubu dışında kaldığı için orta vadede bu doğurganlık hızının devam etmesi durumunda işgücü piyasasında ciddi bir açık oluşma olasılığı artıyor. Bugün yaşlı nüfus oranının yüksek olmasından dolayı İskandinav ülkeleri başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin başlıca sorunlarından birisi bu. Bunun yanı sıra, yaşlı nüfus oranının artmasıyla birlikte sosyal güvenlik, sosyal hizmet ve sosyal yardımlar olmak üzere sosyal harcamaların miktarının da artacağı bir gerçek. Ekonomik sebeplerle daha az çocuğa yönelim, gelecek dönemde daha büyük ekonomik sorunları beraberinde getirebilir. Özellikle de nüfusun kendini yenilememesi, sürekli değişen ve dönüşen küresel dinamiklere de çocuk nüfusuyla değil yetişkin ve yaşlı nüfusla uyum sağlamak anlamına gelir ki böyle bir durumun küresel şartlara uyumu zorlaştıracağı kaçınılmaz.
Çocuk sayısının düşmesiyle birlikte ortaya çıkabilecek ekonomik sorunlardan birisi de bakım sorumluluğu. Çünkü aileyle beraber düşünülmesi gereken diğer bir konu herhangi bir sosyal, ekonomik ve fiziksel problem karşısında bakımı üstlenecek aktörlerin kim olduğu ve bakım sorumluluğunu hangi oranda aldığı. Çocuk, yaşlı, engelli ve hasta bireyler için öncelikli olarak bakım veren aktörün aile olması istenmektedir. Bu isteğin tek gerekçesinin bakım maliyetinin sosyal devlet üzerinden alınma çabası olarak gösterilmesi, haksız bir değerlendirme. Zira "koruyucu ailelik" örneğinde olduğu gibi hiçbir sosyal koruma, ailenin sunduğu sosyal korumanın yerini alamıyor. Çünkü her birey, kendi ailesindeki vazgeçilmez konumunu hissetmek istiyor. Ailenin bu bakım sorumluluğunda sosyal devlet uygulamalarıyla desteklenmesinden önce tüm sorumluluğun kamu ve özel kuruluşlara devredilmesi, aile üyeleri arasındaki bağın zayıflamasıyla hatta tamamen yok olmasıyla sonuçlanabilir. Şu bir gerçek ki bakım sorumluluğunu alan özne yüksek oranda kadınlar oluyor. Kadınların eğitim düzeyinin ve işgücüne katılım oranının artmasıyla birlikte, bakım hizmetinde farklı çözümler ve uygulamalar geliştirildi. Bu noktada kadın ve erkek, cinsiyete bakılmaksızın ekonomik hayatta çalışan kimliğini korurken, diğer taraftan aile sorumluluğunu sosyal devlet uygulamalarından destek alarak yerine getirmesi, "aile" yapısının korunması için elzem görünüyor.
Aile kompozisyonunun değişmesi sürecinde, nüfus istatistikleri acil müdahale gerektiren başka bir konuya daha işaret ediyor. Yalnızca geniş ailelerden, yani bakım bekleyecek büyükanne-dede üyelerinin evde yer bulmamasıyla çekirdek aileye dönüşen hanelerin yanı sıra tek hanelerin sayısındaki artış. 2022 yılındaki verilere göre Türkiye'de tek başına yaşayan hane sayısı tüm hanelerin yüzde 20'sine karşılık geliyor. Yani her 5 kişiden birisi tek başına yaşıyor. Bu da her türlü sosyal ve ekonomik ihtiyacının tek başına veya devlet tarafından sağlandığı anlamına gelir. Aile başta olmak üzere sosyal bağlardan arındırılmış bu tarz bir yaşam pratiğinin sonuçları için Avrupa'daki ülkelerdeki örnekler yeterli olacaktır. Bu üç tema, yani doğurganlık hızının düşmesi, bakım sorumluluğu ve tek kişilik hane sayısındaki artış, "aile" kurumunu aynı zamanda sosyal dinamiklerle birlikte düşünmemiz ve korumamız gerektiğini açıkça gösteriyor.
Ancak aileyle ilgili yapılan tartışmalar sosyoekonomik göstergelerin analizinden ziyade ideolojik kısır tartışmalarla ilerlediği için konunun sosyal ve ekonomik koruma boyutu çoğunlukla göz ardı ediliyor. Bir çocuğun kendini en güvende hissettiği, karakterinin şekillendiği, değer yargılarının oluştuğu, yani bireysel olarak kimliğinin inşa edildiği başlıca aktör aile iken bu koruyucu ve güçlendirici kuruma dair yıkıcı eleştiriler, bireyi güçlendirmekten ziyade yalnızlığını derinleştirecek, değer yargılarından arındıracak bir süreci hızlandırmaktan başka bir işleve karşılık gelmemektedir. Aile kurumunun değişimi, çocuk sayısındaki azalma, evlilik yaşının büyümesi, vb. göstergeler tüm gelişmekte ve gelişmiş ülkelerde ortak bir mesele. Fakat bu meselenin gerekçelerini "aile kurumunun işlevsizliği veya değersizliği" merkezinde tartışmanın sonucu, bireyin değersizleşmesiyle bitebilir. Dolayısıyla bireysel kimliklerimizi inşa ettiğimiz ailenin korunması için alınacak her tedbire, yapılacak her uygulamaya ve inşa edilecek farkındalığa ihtiyacımız var. Çocuk sayısının artması istiyorsak, öncelikli olarak ailenin bireydeki olumlu anlamını korumak zorundayız.