2007'de cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönünde yapılan Anayasa değişikliğine kadar, Türkiye'de başkanlık tartışmaları genelde iki odak üzerinden yürütülmekteydi. İlki, parlamenter sistemin 'yönetme krizi' bağlamında 'siyasal istikrarsızlık' vurgusuydu.
Süleyman Demirel cumhurbaşkanı olduğu dönemde, Türkiye'nin esas meselesinin, yönetim sorunundan daha çok bir sistem krizi olduğunu belirterek şu açıklamayı yapmıştı:
"Ben, 4 sene 3 aydır Çankaya'da oturuyorum. Bu süre içinde tam 6 tane hükümet onayladım. Bu durum, ister istemez Meclis hükümetini tartışılır hale getirmiştir. Seçim oluyor, ama bu Meclis, hükümet çıkaramıyorsa, zorluk ortaya çıkıyor. Bu, Türkiye'yi bir arayışa götürüyor. Yarı başkanlık, başkanlık sistemi."
İkinci tartışma ideolojik gerekçelere odaklanmakta ve anti demokratik düşünceleri içinde barındırmaktaydı. Hatta bu tartışma yüzde 10 barajının gerekçelendirilmesinde de kullanılmaktaydı. Eğer başkanlık sistemine geçilirse iki turlu seçim yapılacağından ve başkanın seçilebilmesi yüzde 50'den fazla oy gerektirdiğinden 'sistem karşıtı' olan partilerin, elbette başta 'Milli Görüş' partileri, siyaseten bir karşılığı olmayacaktı.
Çünkü başkanlık sistemine geçilirse 'merkeze yakın ya da toplumsal konsensüse yakın bir siyasal çizgiyi izleyen' partiler başarılı olabilecekti.
Konjonktürel demokratlık
Örneğin 20 Eylül 1997'de Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni 'Başkanlık Sisteminden Yanayım' ana başlığıyla ve 'Refahyol Diktatörlüğü' ara başlığıyla şu satırları yazabilmişti:
"Parçalanmış bir parlamenter sistem Türkiye'yi diktatörlüğe götürüyor.
Alın Refahyol dönemini. Bu hükümet, Türkiye'nin son 40 yılının en diktatörce dönemi değil midir? ... Bu sistem, yüzde 21'lik partilere müthiş bir keyfi uygulama imkânı veriyor. Daha da kötüsü, yüzde 3'lük partilere, neredeyse iktidar partisinin gücünü sağlıyor."
O dönemde Refahyol hükümetini 'diktatörlükle' suçlayan aktörlerin bugün Erdoğan ve AK Parti hükümetini de 'otoriterlikle' suçlamaları tesadüf değildir. Söz konusu dönemdeki niyetleri nasıl başkanlık sistemini yerli yerince tartışmak değilse; bugün de aynı çizginin başkanlık sistemine itirazlarını bu minvalde ve 'konjonktürel demokratlık' bağlamında değerlendirmek gerekmektedir.
Uzlaşma siyaseti
Erdoğan dönemi başkanlık sistemi tartışması ise bunlara ilaveten üçüncü ve yeni bir duruma işaret etmektedir. 2014'te mevcut cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle siyasal sistem adı resmen konulmamış bir yarı başkanlık modeline dönüşmüştür. Bu anlamda, bugün cumhurbaşkanının ve başbakanın aynı siyasi gelenekten gelmesi sayesinde siyasal sistemde bir kriz yaşanmasa da, gelecekte bu sistem anayasal çerçeve üzerinden dönüştürülmediği takdirde çatışma ve yetki karmaşası doğurması kaçınılmazdır.
Dolayısıyla siyasal sistemde değişikliğe gitmek bir tercih meselesinin ötesinde bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ancak başkanlık sistemi yanlış zeminlerde tartışılmaktadır. Muhalefetin konuyu siyasal çözüm üretme bağlamının dışında ele alması, meselenin anlaşılmasının da üzerini örtmektedir.
Başkanlık sisteminin 'otoriter' bir yönetimi ortaya çıkaracağını söylemek, en basitinden başkanın yüzde ellinin üzerinde oy alarak seçileceğini bile dikkate almamak demektir.
İktidara gelmek isteyen aktör yüzde ellinin üzerinde oy almak için uzlaşma siyasetini devreye sokmak zorundadır. Ayrıca seçimler sonrasında hedeflediği politikaları hayata geçirmek için siyasi pozisyonunu da seçmene göre ayarlaması gerekmektedir.
Benzer şekilde kemikleşmiş oy tabanları üzerine siyaset yapan muhalefet partileri de toplumun geneline göre siyaset yapmak zorunda kalacaklardır. Başkanlık sisteminin diğer özellikleri bir tarafa, sadece seçilme yöntemi bile demokratik siyasetin çıtasını yükseltecektir. Ayrıca siyasal yönetim krizini rafa kaldırarak istikrarın sürekliliğini sağlayacaktır. Bu süreçte önemli olan husus, siyasal sistemin değişip değişmemesinden daha çok, konunun doğru bir biçimde tartışılabilmesidir.
* SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü