Birkaç haftadır, uluslararası çevrelerde üretilen Türkiye'ye dönük çeşitli tezler, medyanın bir bölümünde araçsallaştırılarak muhalefet stratejisi olarak kullanılmaktadır. S. Hersh ve R. Fisk'in Türkiye'nin Suriye politikasına yönelik komplo teorisi içeren yazıları, gerçekliği sorgulanmadan sahiplenildi, ardından Almanya Cumhurbaşkanı J. Gauck'un diplomatik teamüllere uymayan açıklamaları Türkiye siyasetinde iktidara karşı kullanıldı. Son olarak Freedom House'un yıllık basın özgürlüğü raporunda Türkiye'yi "özgür olmayan ülkeler" kategorisinde göstermesi de uluslararası çevrelerin söylemleri üzerinden muhalefet geliştiren odaklara bulunmaz bir fırsat sundu.
Freedom House'u, "raporlamada kullandığı kriterler ve metodoloji", "ülkeler arasındaki tutarsız sıralama", "geçmiş faaliyetleri" ve "ABD'nin dış politika araçlarına hizmet etmesi" gibi bir çok açıdan eleştirmek ve sorunsallaştırmak mümkündür. Ancak esas sorunsallaştırılması gereken husus, kurumun Türkiye'ye yönelik tespitlerinin, basın-siyasi iktidar ilişkilerinde muhalif çevrelerde nasıl işlevselleştirilmeye çalışıldığıdır.
Eğer Freedom House ve buna benzer derecelendirme kuruluşlarının raporları dikkate alınacaksa, geçmiş Türkiye raporlarında dile getirilen hususlarla bugün Türkiye'nin demokratikleşme açısından ulaştığı seviyeyi karşılaştırmak ve demokratikleşme terazisinde tartmak yeterince açıklayıcı olacaktır.
Örneğin, derecelendirme kuruluşlarının 1999- 2001 arasındaki raporlarında, Türkiye bugünkü sınıflandırmanın bir üstü olan "kısmen özgür" olarak nitelendirilmektedir. Söz konusu dönemdeki raporlarda öne çıkan hususlardan bazıları şunlardır: ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, RTÜK'ün televizyon kanallarına verdiği cezalar, Kürt siyasal hareketinin liderleriyle röportaj yapan gazetecilere verilen 20 aylık hapis cezası, orduyu aşağılayıcı yazı yazmaktan gazetecilere verilen cezalar, siyasi partilerin kapatılması ve siyasetçilerin siyasal alandan yasaklanması, üniversitelerde kılık kıyafet yasakları ve özgür bilimsel ortamın sağlanmaması, Kürt siyasal hareketinin mitinglerinin yasaklanması, medya kanallarında Kürtçeye yer verilmemesi, hapishanelerde ve karakollarda tutuklu ve gözaltındakilere yönelik işkenceler, cinsel taciz iddiaları ve tıbbı yardım verilmemesi, Doğu ve Güney Anadolu'da terörle mücadelede hukuk dışı yollara başvurulması, Kürt yazar Mehmed Uzun'un kitaplarının yasaklanması, Kürt hareketi sempatizanı yayın organlarının kapatılması vb...
Bugün son on yılda, olağanüstü halin sonlandırılması, devlet güvenlik ve özel yetkili mahkemelerin kaldırılması, siyasal partilerin kapatılmasının zorlaştırılması, Kürt ve azınlık haklarına dönük iyileştirmeler, işkenceye sıfır tolerans, asker sivil ilişkilerinin demokratikleştirilmesi, üniversitelerde ve kamu kurumlarında kılık kıyafet serbestliği, Anayasa mahkemesine bireysel başvuru hakkının getirilmesi gibi birçok alanda gerçekleştirilen demokratikleşme adımları hangi kriterler üzerinden değerlendirilirse değerlendirilsin ve hangi terazide ölçülürse ölçülsün, Türkiye'nin özgürlük açısından on yıl öncekinden daha geride olmak bir yana epey önde olduğu aşikârdır.
Dış aktörler tarafından Türkiye'ye yönelik eleştirileri bir muhalefet dili olarak kullanmak, demokratikleşme meselesinden daha çok bir pozisyon savaşıdır. Her gelişmede hükümeti önce uluslararası çevrelere şikâyet ederek kamuoyu oluşturmak, ardından da bu çevreler üzerinden Türkiye'nin mahkûm edilmesini sağlamak, uluslararası alanda Türkiye'ye yönelik bir algı oluşturabilmektedir. Ancak, hükümeti zor durumda bırakmak için gerçekleştirilen bu hamleler iç kamuoyunda, toplumun büyük çoğunluğu için fazla bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü Türkiye'de gerçekleşen her gelişme medyanın ve iletişim yollarının bu kadar çoğullaştığı bir ortamda kamuoyu tarafından dikkatle takip edilmektedir. Bu anlamda medya, geçmiş alışkanlıklarının getirmiş olduğu bagajlarla, bir takım sorunlara sahip olsa da, geçmişe göre daha fazla çok sesliliğe sahiptir.
Sonuç olarak, Türkiye'deki muhalefet odakları, AK Parti'yi zor durumda bırakmak için uluslararası kamuoyu oluşturmaya harcadıkları enerjiyi, topluma kendilerini anlatmaya harcasalar daha karlı çıkabilirler. Hem iç hem dış kamuoyunda siyasal alanın dizaynı için oluşturulmaya çalışılan her "algı operasyonu" nihayetinde önce Türkiye'ye ardından da bu algıyı oluşturmaya çalışanlara zarar verecektir.