NATO 70. yıl zirvesini geçtiğimiz hafta Londra'da gerçekleştirdi ancak geride NATO'nun dönüşümüne dair birçok cevapsız soru bıraktı. Bunun arkasında birçok neden yatsa da 70. yıl zirvesinin tartışmalara sahne olması biraz da Macron'un zirve öncesi çıkışı ile ilgiliydi. Macron'un çıkışının NATO'nun dönüşüm sancısının bir sonucu olarak okumak mümkün olsa da Fransa ve Macron'un aktörlük sorununun bir parçası olarak okumak daha mümkün. Macron'un çıkışının kısaca üç nedeni olduğunu düşünüyorum.
İlki, Macron'un Fransa'yı ABD karşısında daha özerk bir aktör haline dönüştürme konusundaki nafile çabası. Macron'un dış politikada hem AB ekseninde Fransa'nın De Gaulle çizgisine dönmesi hem de ABD'den uzaklaşarak Fransa'nın geleneksel Avrupa siyasetinde derinlik oluşturarak Almanya karşısında dengeyi sağlama yönünde bir amacı olduğu biliniyor. Bu amaç aslında sadece Macron'un değil Fransa devletinin benimsediği bir eğilime dönüştü. BREXIT sonrası İngiltere'nin kıta ölçekli kendini yeniden konumlandırmak zorunda kalacağı düşünüldüğünde Fransa'nın bu hedefi daha hayati hale geldi. Zira Almanya karşısında, ekonomik derinliği göreceli zayıf olan bir Fransa'nın Avrupa siyasetindeki özgür ağırlığını nasıl sürdüreceği önemli bir meydan okuma olarak ortaya çıktı. NATO'dan daha özerk bir güvenlik ve savunma mimarisi inşa etmek isteyen Almanya'nın ise Fransa'ya ne kadar güveneceği oldukça tartışmalı. Elbette Trump yönetimindeki ABD'nin NATO bağlamında sarf ettiği sözler Almanya-Fransa liderliğindeki PESCO gibi savunma ve güvenlik mimarisi oluşumlarını tetikledi.
İkinci nedeni ise doğrudan iç siyaset ile ilgili. Macron'un içeride elinin güçlü olduğunu söylemek neredeyse imkansız. Bir tarafta sarı yeleklilerin bitmek bilmeyen direnişi ve büyük grev öte yandan Marine Le Pen'in Fransa iç siyasetinde alternatif olmaya devam edecek şekilde yükselişini sürdürmesi ve Macron'un "siyaseten köksüzlüğü" işleri iyice karıştırmış durumda. Bu sebeple Macron, dışarıyı içeride gücünü pekiştirmek için kullanıyor ancak başarılı olduğunu söylemek zor.
Tam da bu noktada Türkiye akla geliyor. Türkiye'nin bu anlamda üçüncü gerekçeyi oluşturduğunu düşünüyorum. Zira, NATO'nun beyin ölümü benzetmesi Türkiye hedef alınarak söylenmiş bir söz aynı zamanda. Fransa için Türkiye artık stratejik bir meydan okumaya dönüşmüş durumda. Suriye'deki askeri ve siyasi etkinliği, terörle mücadele temposu, Libya ve Doğu Akdeniz'deki Ankara'nın attığı adımlar ve son olarak da S-400 gibi tercihler, Türkiye'yi Fransa için ciddi bir rakibe dönüştürdü..
NATO'daki itilaflı konular
Macron'un çıkışlarını bir kenara bırakırsak, Londra zirvesinde NATO'nun dönüşüm sancısı içinde olduğu çok daha net görüldü. İttifakın bir krizde olduğu çok açık ancak bu krizin ne kadar derin olduğu ve NATO'nun geleceğini nasıl etkileyeceği en çok tartışılan konuların başında geldi. Askeri olarak NATO'nun caydırıcılık kapasitesi, hazırlık seviyesi ve reaksiyon verebilme gücü açısından bir sorun olduğunu söylemek pek mümkün değil. NATO, uluslararası sistemde hala en büyük ve en etkili güç. Önümüzdeki yıllarda ise NATO'nun siber kabiliyetini daha da geliştireceği ve uzayı, yeni bir alan olarak öne çıkaracağını söyleyebiliriz. Fakat siyasi düzeyde ittifak içinde ciddi üyeler arasında ciddi bir ayrışma, rekabet ve çatışma olduğu açık bir şekilde görünüyor. İttifak üyeleri arasında Türkiye'nin de dahil olduğu birçok ayrışma konusu olduğu gibi çatışma riski taşıyan meseleler de söz konusu. Suriye konusu başta olmak üzere ittifak üyelerinin Türkiye'ye yönelik politikaları ayrışmanın en önemli nedenleri arasında yer alıyor. Ancak 1990'lara benzer bir biçimde Türkiye-Yunanistan ekseninin önümüzdeki yıllarda NATO'nun sıcak konularından biri olacağını söyleyebiliriz. Öte yandan Libya ve Doğu Akdeniz gibi konuların Türkiye eksenli ittifak içindeki rekabet ve çatışmayı artırma ihtimali son derece yüksek görünüyor. S-400 konusu NATO içinde ABD kadar büyük bir sorun teşkil etmese de diğer üyelerin bu meseleyi Türkiye karşıtlığını beslemek için kullanacaklarını tahmin etmek hiç de zor değil. İttifak içi ayrışmalar sadece Türkiye ile ilgili meselelerle sınırlı değil elbette. Savunma bütçelerinin yüzde 2 seviyesine çıkarılmasından yeni görev güçlerinin oluşturulmasına birçok konuda ittifak içi ayrışma ve rekabet var. Macron'un Türkiye ile terörizm konusunda ayrışıyoruz çıkışı ve 5. maddeyi Suriye-Türkiye bağlamında sorgulaması Londra Zirvesinde 5. maddenin altının kalın bir şekilde çizilmesiyle sonuçlandı.
İttifak içi rekabet ve farklıklar ittifakın üçüncü taraflara yönelik politikalarından da kendini göstermiş durumda. Burada da Rusya ve Çin ön plana çıkıyor. Rusya'nın NATO için nasıl ele alınacağı hala belirsiz. 1990'larda NATO için Rusya, "yapılabiliyorsa ilişkiye girilebilen, zorunluysa çevrelenmesi/sınırlandırılması" gereken bir aktör olarak görülüyordu. Bugün ise ittifakın bütün üyeleri tarafından paylaşılmasa bile stratejik düzeyde hem ilişkinin hem de sınırlandırmanın aynı anda yapılması gerektiği düşünülüyor. Ancak Fransa ve Almanya'nın, hatta Türkiye'nin Rusya konusunda farklı düşüncelere sahip olduğu biliniyor. Londra Zirvesinin Rusya konusunda daha yumuşak ve dikkatli bir dil kullanılmasının asıl sebebi ise Çin'in yeni rakip olarak artık görülüyor olması. Düşman olmasa bile NATO bundan sonraki yıllarda Çin'in NATO ittifakı ve üye ülkeler için ne anlama geldiğine yönelik bir anlama süreci yaşayacak.
NATO, açık kapı politikasına devam etse de ittifak içindeki çatlak zannedilenden daha derin görünüyor. Bu durum NATO'nun dönüşümünü de daha sancılı hale getiriyor. Bu sancının atlatılması için ittifakın ortak bir güvenlik ve tehdit tanımlamasına sahip olması kaçınılmaz. Ancak küresel sistemin böylesi sert bir dönüşümden geçtiği bir dönemde ortak bir tehdit tanımlaması yapmak oldukça zor. Bu nedenle sancı büyük ölçüde devam edecek.