Ankara'daki terör saldırısı, hem siyaseten hem de entelektüel açıdan Türkiye'deki radikal savrulmaların daha da belirginleşmesine vesile oldu. Siyasi savrulmanın radikal bir versiyonunu temsil eden "katil devlet" söylemi, şiddeti devletin ayrılmaz bir parçası olarak görerek devleti 'apriori' olarak bütün kötülüklerin müsebbibi şeklinde ele alan "kötülük sosyolojisinin" en açık örneklerinden birini yeniden ifşa etmesi bakımından aslında son derece ilginç. Bunun elbette farklı versiyonları var. Gerçekte, devletin (ya da siyasi iktidarın) bir tür "şer odağı" olarak konumlandırılması bu gelenek içindeki siyaset yapıcıların siyasal ontolojilerine içkin. Yani onların siyaset yapma biçimlerinin adeta mütemmim cüzü gibi. Sanki "katil devlet" ifade biçimini sürekli tekrar etmek için devletin toplumu yok etmek için hedef almasını temenni eden gizli bir şiddet diline sahipler. Bu son derece patolojik bir durum! Patoloji Wikipedia'ya göre, "özellikle altta yatan hastalıkla ilgili hücrelerdeki, dokulardaki ve organlardaki yapısal ve işlevsel değişikliklerin tanınması" demek. Türkiye siyasetindeki bu söylemsel stratejiyi ve sosyolojiyi tanımlamak için oldukça uygun bir kavram sanırım.
Entelektüel radikal savrulma da benzer bir hastalıktan muzdarip aslında. Ancak bu, sadece Türkiye'ye has bir durum değil. En son örneğinde kendini Ankara'daki terör saldırısına yönelik verdiği tepkide şu şekilde gösterdi: "Otoriter ve gayrımeşru bir rejime direnen Türkiye halklarıyla uluslararası dayanışma için çağrı yapıyoruz." Yani öz Türkçesi şu; Ankara saldırısına yönelik halen devam eden soruşturmanın sonuçlarını beklemeden, saldırının arkasında aktör olarak devleti ve siyasi iktidarı görüyoruz. Şanlı entelektüel birikimimiz, yıllardır Türkiye siyasetini titiz bir biçimde izlememiz ve her şeyin en doğrusunu bilmemiz bize bunu söylettiriyor. Nasıl olsa Türkiye'de gayri meşru bir rejim var ve anayasa askıya alınmış durumda, o halde; "Birleşmiş Milletler çatısı altında bağımsız komisyonlarca soruşturulması" gerekiyor. Evet, böylesi bir çağrıyı içinde post-kolonyalizm çalışan birçok akademisyen yaptı. Sizce de naif bir biçimde, bu nasıl mümkün olabildi sorusunu sormamız gerekmiyor mu?