Türkiye'nin coğrafi konumuna bakıldığında, halen NATO'nun güneydoğu kanadının vazgeçilmez güvenlik garantörü olduğu görülür. NATO'nun istihbarat ve harekat öncelikleri genellikle güney Avrupa için Afrika'yı, tüm transatlantik bölgesi için Orta Doğu'yu, Avrupa kuzeyi ve doğusu ile Amerikan kıtası için Rusya'yı ön plana çıkarırken tehdit olarak algılanan tüm aktörler ya Türkiye'ye komşu ya da Türkiye'ye yakın konumdadır. Öte yandan Türkiye'nin bahse konu coğrafyada bizzat yüzleştiği tehdit ve riskler incelendiğinde karmaşıklığın had safhada olduğu, düşman ve dost kavramlarının belirsizleştiği, tehdit algılarında ve tercih edilen stratejilerde ani dönüşümlere rastlandığı ifade edilebilir. Nitekim son dönemde Türkiye'nin ABD ve Avrupa ile ilişkileri ele alındığında, Brüksel'de "dost" olan bu ülkelerin Suriye'de kirli ilişkileri nedeniyle hasım olduğu malumdur. Bu nedenle Türkiye'nin kendi bölgesinde hem müttefikleri hem de diğer devletlerle krizler yaşaması ve öz kaynaklarıyla krizleri savuşturmak zorunda kalması olası görünüyor.
Böyle bir ortamda da Türkiye'nin güvenliğini, diğer devletlerin çıkarlarına endekslemeden kendi savunma ve güvenlik sistemlerine dayandırması gerekir. İşte hava savunma sistemleri, Türkiye'nin güvenliğinde ön plana çıkan en kritik silah sistemi olarak ortaya çıkmakta. Kritik olmasının nedeni hem tehditlerin kabiliyetlerinden hem de hava savunma sistemlerinin özelliklerinden kaynaklanıyor. Tehditler bağlamında, devletlerin, son dönemde askerî girişimlerini, ucuz maliyetli olması adına, daha çok hava unsurları ve hassas mühimmat kullanarak gerçekleştirmesi ön plana çıkıyor. Dolayısıyla hem devletler hem de devlet dışı aktörler hava araçları, roket ve füzelerle, son döneme damga vuran insansız hava araçlarını sıklıkla kullanmaya başladı. Devletler düzeyinde ele alındığında; sofistike savaş uçakları, seyir füzeleri ve uzun menzilli roketler ile silahlandırılmış insansız hava araçları hava tehdidini teşkil ediyor. Bu noktada radara yakalanmaması nedeniyle F35'lerin önemi kendini hissettiriyor. Öte yandan terör örgütleri ve diğer devlet dışı aktörler, teknoloji anlamında karmaşık olmasa da hem bazı devletlerden hem de yasa dışı silah pazarlarından kısa ve orta menzilli roketlere ve basit insansız hava araçlarına ulaşabiliyorlar. Dolayısıyla hava tehdidi nitelemesinde artık sahada olan herkesin dikkate alınması gerekiyor.
Türkiye'nin hava savunma programı, bahsedilen karmaşıklığa karşı aslında uzun yıllardan bu yana ülke gündeminde. Türkiye, Soğuk Savaş döneminden kalma Rapier, Oerlikon, NIKE-HERCULUS, HAWK gibi hava savunma sistemlerinin etkisizliği nedeniyle önce omuzdan atılabilen ve üç km menzili olan STINGER füzelerine yöneldi. Füzelerinin envantere girmesi sonrası Türkiye, STINGER'leri tekerlekli veya zırhlı araçlara monte ederek hareketli hale getirdi. Ancak söz konusu sistemlerin daha çok alçak ve orta irtifadaki tehditlere yönelik kullanılabilmesi, HAWK'ların ise 1960'lı yıllardan kalan eski bir hava savunma sistemi olması Türkiye'yi hava savunma alanında kaygılandırdı. Nitekim havacılık teknolojilerindeki gelişimle kıyaslandığında, Türkiye'nin hava savunma şemsiyesinin aslında "geçirgen" olduğu, bu nedenle Irak ve Suriye'deki krizler esnasında dışa bağımlı kaldığı da bir gerçek.
Türkiye hava savunma ihtiyacına yönelik olarak nokta, bölge ve alan savunması sağlayacak kısa, orta ve yüksek irtifada etkin olabilecek hava savunma çözümleri üzerine yoğunlaştı. Bu doğrultuda, birbirlerinin eksiklerini tamamlayacak farklı silah sistemlerini üretme veya tedarik etme yoluna gitti. Nitekim HİSAR sınıfı füzeleri yerli üretip alçak ve orta irtifa hava savunma ihtiyacına uzun vadeli çözüm üretirken İtalyan-Fransız ortaklığına katılıp EUROSAM'ı envanterine katmaya karar verdi. Ayrıca hava savunma alanında tam bağımsızlık yolunda kendi uzun menzilli milli hava savunma füzesi SİPER'i üretmek için çalışmalara başladı. Bu noktaya kadar Türkiye'nin strateji ve tercihleri, hava savunmasının başka bir aktöre devredilemeyeceği gerçeği dikkate alındığında uygun görünüyor.
Kısa vadeli hava savunma sistemi ihtiyaçlarının zorunlu olarak hazır alınması gerekirken de Türkiye'ye örtülü ambargo uygulayan ve müttefikine silah "satmaktan" imtina eden ABD; Türkiye S400'e karar verdiğinde, kibar tonla ambargo tehditlerini savuruyor. F35 savaş uçaklarının tesliminin askıya alınması ve ABD'den daha önce tedarik edilmiş araç ve silah sistemlerine yedek parça satışının önlenmesi gibi güya "tedbirler" açıktan seslendiriliyor. Burada iki soruya verilecek cevap yaz aylarında yaşanabilecek muhtemel krizin yönetilmesi için önemli: Birincisi ABD'nin şiddetle "müttefiklerine" Rusya'dan savunma sistemi tedarik etmesi konusunda neden engel olduğu, ikincisi ise Türkiye'nin S400 ısrarı sonrası muhtemel sonuçların ne olabileceği.
Trump önderliğinde ABD'nin, dünyayı dolar silueti düşmüş gözlerle algıladığı bir gerçek. Irak ve Afganistan müdahalelerinin bir sonucu olarak 2008 yılından bu yana gerileme sürecinde olan ABD ekonomisine can verecek en önemli sektör ise savunma sektörü. Nitekim Trump, Kaşıkçı vakasında, savunma sanayiindeki 160 bin istihdamı kaybetme riski nedeniyle Suudi Arabistan'a yaptırım uygulanmasına karşı çıktı. Ayrıca savunma sanayi ürünleri ihracı basit bir satış olayından ziyade; uzun vadeli tedarik, bakım, bağımlılık zinciriyle birlikte diğer devletlerin kontrol edilebilmesine imkan sağlayan bir süreç. Nitekim silah satışı ile birlikte silahın ne zaman ve hangi koşullar altında kullanılabileceğini veya kullanılamayacağını esasa bağlayan koşullar, ABD'nin küresel stratejik çıkarları için vazgeçilmez nitelikte. ABD'nin, kendine tehdit bulma kültürü dikkate alındığında; herhangi bir ülkenin, ABD tarafından "tehdit" olarak algılanan Rusya ve Çin gibi ülkelerden silah alması hem uzun vadeli ekonomik kazanımları hem de kontrol edilebilirliği imkansız kılmakta.
Türkiye'nin S400 konusundaki tercihinin muhtemel sonuçları aslında belirsiz değil. Söz konusu satış, S400 almak için hazır bekleyen on ülke için emsal niteliğinde. Ayrıca S400'lerin yaz aylarında teslim edilecek olması ve 2019 yılı Ekim ayından itibaren aktif hale getirilmesi, ABD'yi bir an önce tepki gösterme konusunda sıkıştırıyor. Doğal olarak ABD, F35 savaş uçaklarının teslimatını bir koz olarak elinin altında tutuyor. Buradaki soru, Türkiye'nin F35'lere ne düzeyde ihtiyaç duyduğuyla ilgili. Nitekim Türkiye'nin F35'lere alternatifler üretmesi veya F35'in üretimini sekteye uğratması ihtimali ABD'nin kozunu tüketecek nitelikte. Ayrıca Türkiye'nin F35 programı yerine başka ortaklıklara yönelmesi, zamanın heba olmasıyla birlikte bir çözüm olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca İngilizlerle birlikte üretilecek milli muharip uçak projesi orta vadede Türkiye'yi F35 tabanlı tehditlere karşı destekler nitelikte. Ancak her durumda Hava Kuvvetleri envanterine F35 savaş uçağı katan İsrail gibi ülkelerin dengelenmesi lazım. Söz konusu dengenin sağlanması da hava savunma sistemi kadar hava savunma radar teknolojileri üretmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla Türkiye'nin savaş uçağı ve hava savunma sistemi yanında hava savunma radarı teknolojisi geliştirmesinin ve üretmesinin projelendirilmesi zamanı geldi.
F35'lerin kullanım konsepti dikkate alındığında, uçağın radarlara görünmeden hedefe yaklaştığı, uzak mesafeden akıllı mühimmatı hedefe yönlendirip üssüne geri döndüğü görülüyor. Aynı görevi bir insansız hava aracı neden yapmasın? Çünkü doğal uçak gemisi niteliği olan Anadolu'nun, görünmezlik özelliği kazanmış stratejik insansız hava araçlarıyla donatılması ucuz ve caydırıcı bir seçenek olabilir. Bu nedenle TUSAŞ çatısı altında jet motorlu ve radara görünmez stratejik insansız hava aracı teknolojisi geliştirilmesi bir diğer seçenek.
Sonuç olarak, S400-F35 mücadelesi olarak kamuoyuna yansıyan ve kendini hissettirmeye başlayan krizin etkilerini yönetebilmek Türkiye için önemli. Türkiye'ye meydan okurcasına PKK'ya Suriye'de destek veren ve Türkiye'yi, FETÖ ve PKK tehdidine karşı yalnız bırakan ABD'nin S400 teslimatı sonrası alacağı karşıt kararlar, Ankara'yı kendi çarelerini üretmek istikametinde teşvik etmelidir.